Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

 

Bazı yolculuklar büyülüdür. Hedefe vardığınızda sadece şehri değil, zamanı da değiştirdiğiniz hissine kapılırsınız. 2014 yılının Eylül ayında, böyle bir yolculuğa çıktım ben... Ankara Garı'ndan gün batımına yakın  bindiğim Doğu Ekspresi'nde, vagonlar gecenin karanlığına doğru ritmik bir ses eşliğinde yol aldıkça, geçip gittiğimiz her istasyon ile sadece şehirden değil, günden ve günün getirdiği tüm sıkıntılarımdan da uzaklaştım. 
 
Korna sesleri, insan kalabalıkları, üzerime üzerime gelen yüksek cam-beton binalar, tüm bunların arasında sıkışıp kalmış asık suratlı mutsuz insanlar, trenin sanki duruyormuş hissi veren ağır hareketleriyle birlikte kaybolup gitti adeta... Gece olduğunda trenin tertemiz yataklarında, bu kaosu içimde hissederek kapanan gözlerim, sabah saat 05:00 civarında Sivas'ı geçtikten sonraki Taşlıdere istasyonunda açıldı. Güneşin doğuşunu, uçsuz bucaksız doğanın içinde yer alan yalnız ve yorgun evleri merakla izleyerek geçtik küçük kasaba istasyonlarından. Nihayetinde Divriği'ye geldiğimizde, gece ayrıldığımız ortamın tamamen dışında, bambaşka bir yaşama, sessizliğe, sonsuzluk hissi veren doğaya, dingin ve güler yüzlü insanların yaşadığı bir zamana indik. 


Bir anda kendimi, Yaşar Kemal'in "Tek Kanatlı Kuş" kısa romanındaki kasabaya yeni tayin olan posta memuru gibi hissettim... Her nedendir bilmem, romanın yazıldığı yıllar ve günümüz arasındaki zaman farkına rağmen, yurdumun bazı noktaları hala, gelen yabancıları bir an önce göndermek ister gibi karşılıyor... Demir işletmelerinin yük vagonlarına konulmak üzere yol kenarına yığdığı demir madeni arasından geçerek ulaştığımız istasyon, Anadolu'nun her kasabasındaki kadar eski...  İnsan, az ileride bizi bekleyen güzellikleri bilmese, burayı gördüğünde "nereye geldim ben?" diye sorabilir kendine... Ama bu düşünceleri bir an önce kovduran, güler bir yüzün "günaydın"ını duyunca değişiyor herşey elbette. Divriği'de bizi karşılayan güzel insan Şevket Gültekin, aslında Kemaliye'li. Ama tüm gezimiz boyunca, bize ulaşım ve rehberlik konusunda yardımcı oluyor.

 

Rahat bile olsa, uzun (yaklaşık 14 saatlik) bir yoldan geliyoruz buralara. Zamanın içinden geçmişiz hissi veren o yol yorgunluğundan kurtulmak ve geziye güzel bir başlangıç yapmak üzere  "Konak Restoran"ta bizi bekleyen kahvaltı sofrasına gidiyoruz. Sabah daha erken geleceğimiz düşüncesi ile tüm kahvaltılıklar hazırlanıp  masamızdaki yerini çoktan almış. Güzel demlenmiş çaylar eşliğinde karnımızı doyurduktan sonra, 'gezmek zamanıdır' diyor ve yola koyuluyoruz.
 
Arapgir yolundaki bir alevi köyü olan Tuğut'a, bugünkü adıyla Çiğdemli'ye gidiyoruz ilk olarak. Yolu bile olmayan, bilmeyenin kolay kolay gidemeyeceği uzak bir köy Tuğut. İstanbul, ya da Sivas'ta yaşamayı seçen Tuğutlular yazın köylerine, eski evlerine, baba ocaklarına dönmeyi tercih etse de, yaz sonu yapılan bu gezide köyü bir sis gibi kaplayan sessizlik ve yıkılmaya yüz tutmuş evlerin direnci hüzün veriyor bana.
 


Evler hayal edemeyeceğim büyüklükte aslında. Bugüne kadar, hiç bir köyde 3-5 katlı yapılmış kerpiç ev görmemiştim ben. Geçmiş günlerdeki büyük, kalabalık sahiplerine küsmüşler sanki. İnsanlar köyü farklı bir yaşam umuduyla, çalışmak, okumak, belki de sadece "gitmek" için terkedince, evler de yaşamla bağlarını koparmış adeta. Birçoğu küçük bir darbe ile yıkılacakmış izlenimi veriyor. İçlerinde yaşananlar ya da yazın gelinen evler nisbeten daha sağlam. Ama onlarda bile terkedilmiş olmanın hüznü sinmiş duvarlara, ahşap balkonlara. .. Bazı evlerin hala sağlam kalabilmiş ahşap tavan süslemeleri, geçmiş günlerin akıl almaz estetik anlayışının ve zerafetinin bir göstergesi. Şimdilerde böyle ince süslemelerle uğraşacak işçi-usta bulmak bile imkansız.
 
 
(Fotoğraf Şevket Gültekin)
Kimi evler arasında, evden eve geçişi sağlayan balkon ya da oda şeklinde tüneller var bir de. Sanki Mardin'in abbaraları gibi. Büyük aileler, birbirlerinden kopmadan, ama birbirinin hayatına da belli mesafeler koyarak yaşamış işte bu evlerde yıllarca. Şimdi, köyde kalan yaşlılar o koca evin bir ya da iki odasına sığınmış kalmışlar. Evler, onların bakamayacağı büyüklükte aslında... Yıllar, onların yüzlerine olduğu kadar, evlerin duvarlarına, tavanlarına, pencerelerine, merdivenlerine de yorgun izler bırakmış.
 
                                                                    (Fotoğraf Şevket Gültekin)

Bütün yaşlılar bir cana hasret. Evlerinin kapılarını seve seve açıyorlar bize. Hatta, Ankara'dan sadece gezip görmek için oralara geldiğimizi öğrendiklerinde, "gelin bir çayımızı için, yemeğimizi yiyin" diye davet ediyorlar hepimizi... Gönlü zengin yurdum insanı klasiği işte... Zamanımız sınırlı olduğundan, yemeğe ya da çaya gidemesek de, imece usulü kışlık yufka yapan teyzelerden payımıza düşen kocaman yufka ekmeklerini afiyetle yiyoruz...

 
 
Köyde, 1162 yılında yapılmış bir cami var. Kullanılmıyor, hatta yıkılmak üzere bile denebilir ama, köyün tarihinin geçmişte nereye kadar uzanabildiğinin bir izi işte... Bir de köyün kıyısında yan yana duran taş köprüler var, öte zamanlardan bugünlere kalan... Biri Selçuklu, diğeri Osmanlı döneminde yapılmış... Vakti zamanında altından çok sular akan bu köprüler, şimdi susuz kalmış dere yatağının tepesinden Tuğut köyüne doğru bakıp, geçmişi yad ediyorlar şüphesiz...
 
 
 

Köprüleri geçip, köyü karşımıza aldığımızda, Tuğut'un kale gibi konumlanmış evlerinin görüntüsü  çok etkiliyor hepimizi. Acılara, sevinçlere, doğumlara, ölümlere,  aşklara, ayrılıklara, kavgalara, fısıltılı dedikodulara tanıklık etmiş duvarların, umuda açılan pencerelerin, şimdi böyle boynu bükük duruşu, sessiz bir hayatı yaşayabilmek için direnci bizi de susturuyor. Hepimiz kendi içimizde bir hikaye uydurmaya çalışıyoruz sanki bu evlere... Kimin hikayesi uyar gerçeğe bilinmez elbet ama bu karşı bakış, köyü hepimizin anılarına kaydettiriyor adeta...
 

Gezi programı yoğun, süre sınırlı... Tuğut köyünde tanıdığımız güzel ve yaşlı insanları ardımızda, eski evlerinde anılarıyla başbaşa bırakıp, Divriği'ye dönüyoruz.

Divriği'ye tam cuma namazı saatlerinde varıyoruz. Bu süreçte Ulucami'yi gezmemiz mümkün değil. O yüzden öğle yemeği için Ayan Ağa Konağı'na gidiyoruz. Bu konak, Divriği'nin en eski konaklarından biri. 1838 yılları civarında yapılmış olduğu tahmin edilen konağın, orijinal hali ile korunamamış olması üzücü elbette. Ama korunup, restore edilerek bugünlere getirilen kısmının selamlık bölümünde "kışodası"nda bizim için hazırlanan sofra, içine girdiğimiz tarihi unutturuyor herkese... Zengin soframızın ana yemeği Alatlı Divriği pilavı... Pilavın nasıl olduğunu merak edenler tarifine buradan bakabilirler.



Divriği'nin bura dışında da güzel evleri var aslında. Farklı mimarisi ile dikkat çeken Abdullah Paşa  Konağı, balkonu ile Divriği evlerinde zamanının öncülüğünü yapan Sancaktar Konağı, bir de belki yapıldığı zamanın en romantik ev sahiplerine sahip olan Tefrüzlü Konağı... Sokaklar arasına dalındığında dikkat çeken diğer isimsiz evler... Ne yalan söyleyeyim,  Ayan Ağa Konağı neyse de Abdullah Paşa Konağındaki, göze batan restorasyon benim çok hoşuma gitmedi. Sancaktar ile Tefrüzlü konaklarını da sadece dışarıdan gördüm. Ama zamanın zengin ailelerinden Tefrüzlülerin evlerinin en üstüne, yıldız izlemek üzere sekizgen olarak güzel bir ahşap işçiliği ile yaptırmış oldukları "Yıldız Köşkü", uzaktan bile anlaşılan viraneliğine rağmen beni çok etkiledi. Anadolu'nun orta yerinde, oturduğu sedirden karanlık gecelerde yıldızları izleyerek keyif yapan, romantik birilerinin yaşamış olması fikriydi belki de asıl hoşuma giden...
 

İkindi namazına doğru Ulucami'nin tekstil kapı tarafında namaz kılan adam siluetini de görebilmek için sokaklardaki avareliği kısa kesiyor, Ulucami'ye gidiyoruz. Ulucami demek, benim için Doğan Kuban Hoca demek... Bu mimari mucizenin hak ettiği değeri görmesi, korunabilmesi için ne çok emek verdi, söz söyledi Doğan Hoca.


Divriği'nin yüksekçe bir yerinde konumlanan camii ve şifahane, gerçekten tüm övgüleri hakkedecek güzellikte. Karşılaştırmak doğru değil belki ama, kıta ötesindeki El Hamra Sarayı'nın, Anadolu versiyonu adeta...  Böyle bir taş ustalığının,  13. yüzyılın sınırlı olanakları ile yapılabilmiş olması, süslemelerdeki özgünlük, betimlemelerin başarısı insanı doğal olarak hayrete düşürüyor. Yoğun süsleme ile bezenmiş kapılarla, yan cephelerdeki sadeliğin oluşturduğu tezat hemen göze çarpıyor. Taç kapı, çarşı kapısı, cennet kapı ve şah kapısı... Her biri ayrı bir estetik anlayışla yapılmış adeta. Süslemelerde ağırlıklı olarak doğadan izler var. Taşa oyulmuş çiçeklerin ve kuşların detayları, bunları yapan ustalarının gözlem gücünün de göstergesi. Bitkisel desenler kadar geometrik desenler de dikkat çekici. Tüm desenlerdeki ana tema sonsuzluk ve çokluk içinde birlik. Baktıkça bakası geliyor insanın. Bunları yapan o güzel insanların estetik anlayışı, hangi ara Amasya'da selfi yapan Şehzade Mustafa heykeli noktasına geldi, nasıl bu şekilde kirlettik güzel bakan ve güzeli gören gözlerimizi anlayamıyorum.




O günlerin sürekli savaş yaşanan ortamında, böylesine uzun soluklu, sabır isteyen bir eserin yapılmasını talep eden Mengücekoğlu beyi Ahmed Şah'ın estetik anlayışına da, taçkapıları bir heykeltıraş ustalığı ile oyan Ahlatlı Hürremşah'ın ve minberi yapan Tiflis'li Ahmed Usta'nın ve adları o günlerin insanlarının zihinlerinde yok olup giden, ama her nasılsa böyle bir şaheseri meydana getirmek için bir araya gelen, diğer onlarca taş ustasının yeteneğine de şapka çıkarmak gerek bence. Yaşadıkları zamandan, bugünlere  bıraktıkları bu hediye insanlığa o günlerden gönderilen en güzel merhaba aslında.

 
Bu merhabayı daha uzun yıllar duyurabilmek için de UNESCO'nun Dünya Mimari Mirası listesine aldığı bu başyapıtı, gerek insanlardan gerekse doğa koşullarından daha fazla zarar görmeden bugün olduğu haliyle bir müzede korumaya almak şart gerçekten.

Bu sanat eserinin yanından ayrılmak güç olsa da gün sona ermeden tekrar yollara koyulup Kemaliye'ye doğru hareket ediyoruz. İspir yolundan sonra kıvrıldığımız Taşyol'u kullanarak Karanlık Kanyon boyunca ilerliyoruz.  Karanlık Kanyon, Grand Kanyon'dan sonra dünyanın ikinci büyük kanyonu... Fırat nehrinin yüzyıllar boyu akarak sarp kayalıkları aşındırması sonucu oluşmuş ve Karasu tabanından ortalama 400-450 m yükseklikteki iki dik yakanın birbirine paralel olarak yaklaşık 8 km Taşyol boyunca aralıksız olarak ilerlediği, muhteşem bir kapalı ekosisteme sahip.  Taşyol'da 8 km. boyunca 38 adet tünel var. Tüneller de, tünellerin ışığa kavuştuğu yerlerden görülen kanyon da muhteşem.
 

 
Taşyol, bugün macera severler için sevilen bir yol, ama Kemaliye halkının 135 yıllık emeğinin, düşünün ürünü olması açısından da oldukça özel aslında. Kemaliye'nin İstanbul-Ankara ulaşımını 220 km. kısaltan bu yolun, yerel halkın maddi-manevi desteği ile, oldukça zor koşullarda yapılmış olması da bence çok anlamlı. Yol üzerindeki sloganı destekliyor ve ben de "Asfalt yapmayan utansın, yaşasın patika!" diyorum.


 


Taşyolun sonunda, kanyon çıkışında Kemaliye'nin biyolojik yapısıyla ilgili detaylı çalışmalar yapan Sn. Prof. Dr. Ali Demirsoy ve yine yerel halkın katkıları ile kurulan "Doğal Tarih Müzesi" de oldukça ilginç bir yer. Müzede sergilenen, bölgede bulunan fosiller ve canlı türleri örnekleri, kanyondaki ve Erzincan-Kemaliye çevresindeki hayat zenginliği hakkında fikir veriyor insana.
 
Akşam Kemaliye'de konaklıyoruz. Buranın eski adı Eğin aslında. "Cennet gibi güzel bahçe" demekmiş, öztürkçede. Bu adı da hakeden bir yer Kemaliye. Ama 1922 yılında, Bakanlar Kurulu kararı ile milli mücadeleye verdikleri destek nedeni ile kasabanın adı, Mustafa Kemal Atatürk'e izafeten "Kemaliye" olarak değiştirilmiş.  Kahvaltı sonrası, civar köylere doğru yola çıkıyoruz. Fırat'ın suyu, baraj kapakları kapatıldığı için az görülüyor.  Kemaliye'de de köylerde de,  vadi arasına sıkışmış sınırlı alanlara rağmen oldukça bakımlı, yöresel dokuyu yansıtan evler var.


İlk uğradığımız köy Sırakonaklar köyü. Köy halkı yoğun olarak İstanbul'da yerleşmiş. Ama bacası yaz-kış tüten evler, oldukça bakımlı. Kimi evlerde ise yaşam sadece yaz aylarında sürüyor. Yerleşim alanının darlığı nedeni ile, köydeki evler çok iç içe yapılmış. Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, dik yokuşlar üzerinde konumlanmış. Evler, içlerindeki insanların umutlarını, hayallerini, hayatlarını kucaklayacak kadar büyük. İnsan bu daracık alanda, yeşillikler içine sıkışmış bu yaşamlara imrenerek bakıyor. 1977 yılında köyde ilkokul olarak kullanılmak üzere yaptırılan bina, 2004  yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nın köy okullarını kapatması üzerine, Kültür evine dönüştürülmüş. Ev içerisinde yerel halktan toplanan kıyafet ve ev eşyaları sergileniyor. Sergilenen her ürün de, yöredeki yaşam şekli hakkında ziyaretçilere fikir veriyor. Köy içinde gezerken bir de evlerin kapıları üzerindeki tokmaklar takılıyor gözümüze... Her birinin işlemesi ayrı güzel, işlevi ayrı... Tokmak kapıya vuruldukça çıkan sesten, gelen misafirin kadın mı erkek mi olduğunu anlamak mümkün desem, kapı üzerindeki o işlemeler sizin de gözünüze daha güzel görülmez mi?

 
 


 

 




  
Sırakonak köyü'nden sonra patika yolları takip ederek - ki bu yollarda bisiklet safari yapılıyormuş- yürüyerek Apçağa köyüne gidiyoruz. Köy Ahmet Kutsi Tecer'in köyü. Bir zamanlar hepimizin okul sıralarında öğrendiği, şairin "Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür/gitmesek de kalmasak da/ O köy bizim köyümüzdür" dizelerinde bahsi geçen köyün, Apçağa köyü olduğunu öğrenmek mutlu ediyor hepimizi. Patika boyunca ilerlerken doğayla bütünleşmiş başka köylerin manzaralarını da fotoğraflama  olanağı buluyoruz.

 
 
Apçağa köyünün girişinde yer alan Kayabaşı Parkında oturup,  kuşların ve  rüzgarın dallardaki yapraklarla oynaşmasının sesini dinliyoruz. Önümüzde, bu büyülü doğa seslerinin eşlik ettiği sarp kayalarla çevrili yeşillik ve sakin sakin akan Fırat'ın yarattığı kusursuz bir manzara var.  Çağlayan su demekmiş Apçağa... Aşağıdaki Fırat'a olduğu kadar, Munzur dağlarından gelen gürül gürül kaynak sularına da yapılmış bir atıf olsa gerek bu isim. Bu manzarayı içine sindirmek istiyor herkes. Köyü gezmeden önce, parktaki ağaçların gölgesine ve efil efil esen yele sığınarak, keçi sütünden evde yapılmış mis gibi dondurmaların eşliğinde, tepeden izliyoruz Kemaliye'yi... Yeşillikler içinde kalan doğa ile dost eski yerel evlerin önünde yükselen TOKİ konutlarını görmek istemiyor gözlerimiz. Esen rüzgar doğunun tüm hüzünlerini getiriyor adeta. Hepimiz bir köşede ayrı ayrı düşüncelere dalınca, bir an önce canlanmak için köyün içini gezmek üzere harekete geçiyoruz.

 
Apçağa köyü, gördüğüm en temiz ve düzenli köylerden biri. Bunda Çekül Vakfı'nın yürüttüğü proje kapsamında, köyün geçmişi 300 yıl öncesine dayanan evlerini koruma altına aldırmasının ve bilinçli restorasyon ve renovasyon çalışmalarının etkisi büyük. Bir de yapılanı korumayı bilen güzel köy insanlarının elbette. Taş, ahşap ve kerpiç karışımının farklı kullanıldığı evler, evlerin kapı, pencere ve pervazlarında kullanılan çam ve ceviz ağaçlarının işçiliği rüya gibi gerçekten de. Aynı Divriği'nde yaşağımız hayranlık duyguları ile geziyoruz köyün sokaklarını. 300 yıl öncesinde barınmak için böylesine güzel yerler yapan insanoğlu, neden şimdilerde kendini camdan, betondan kafeslere hapsediyor modernlik adına bilemiyorum.Tarihi çeşmeler, hamam, fırın, okuma odası, restore edilmiş evlerin dış cepheleri, işlemeli sokak tabelaları, köyün meydanı etrafındaki dükkanlar, atölyeler, Ahmet Kutsi Tecer Kültür Evi... buradaki havayı değiştiriyor kesilikle. Bir film setinde gibi geziyoruz. Gerçekten de bir filme set olduğunu  da (Düğün Dernek filmine) gezerken öğreniyoruz... 







 
Köyden ayrıldığımızda hepimizin yüzünde tatlı bir tebessüm var. Mutluyuz ama açız aynı zamanda... Öğle yemeği için Kırkgöz tepesine çıkıyoruz. Burası, geçmiş zamanlardan beri yöre halkının en sık ve severek kullandığı mesire yerlerinden biri. Tepede, Munzur Dağlarından gelen buz gibi ve lezzetli suları, kaynağından kana kana içerek, Kemaliye'yi tepeden seyretmenin keyfine doyum olmuyor gerçekten de.

 
Yemek ve dinlence sonrası, yollara koyulmadan önce  Kemaliye içinde de gezilecek yerleri görmek için biniyoruz bu sefer arabaya. Hedefimiz Kemaliye'nin yukarı kesiminde bir başka mesire alanı olan Seyit Ali Parkı'nda yapılan "Mani Yolu". Bu yola belli aralıklarla dikilmiş direkler üzerine asılan Erzincan ve Kemaliye civarının dillerden düşmeyen manilerini, çalışmak üzere İstanbul'a giden eşleri için geride kalan kadınlar söylemiş. Kadınların geçmiş zamanlardan gelen özlem ve aşk çığlıkları aslında bu maniler.Yol boyu bastığın yere bakmadan, gözün manilerde gidip geliyorsun, yüzünde bir tebessüm, kalbinde bir hüzünle..





Mani yolundan sonra, Kemaliye'nin merkezinde gezme fırsatımız oluyor nihayet. Kemaliye'de birçok eski meslek canlı tutulmaya çalışılıyor. Lökhane'ye gidiyoruz ilk olarak. Lök, Kemaliye'nin yöresel bir lezzeti. Kuru dutun macun kıvamına gelene kadar cevizle dövülmüş hali... Antepin fıstık ezmesi gibi. Ama lökhanede sadece lök yok. Dut pekmezi ile hazırlanan cevizli sucuk, pekmez, menengiç kahvesi, eğin leblebisi vb.  yöresel lezzetlerin hepsini burada bulmak mümkün. Lökhane sonrası demirciler çarşısına gidiyoruz. Kemaliye'de ve köylerinde bütün evlerin kapılarını süsleyen birbirinden güzel kapı tokmaklarının yapıldığı atölyeyi geziyoruz. Sonrasında avuç içi kadar kasabanın sokaklarına salıyoruz kendimizi. Kaybolmak istiyoruz ama kaybolmak lafın gelişi. Öyle küçük ki kasaba, kaybolmak isteseniz de kaybolamıyorsunuz. Ama arazinin eğimi nedeniyle, kademeli olarak yapılan birbirinden güzel evleri, bakımlı sokakları gördükçe içinizde kaybolan bazı güzel duyguları buluyorsunuz. Huzur gibi, tutku gibi, umut gibi...
 
 










 
Sonuçta iki güne sığdırılan bir gezi bu. Ama her anı öyle dolu dolu ve keyifle geçiyor ki, sanki birkaç gündür buralardaymışız gibi hissediyorum. İnsanların samimiyeti, gezdiğimiz her yerde gördüğümüz misafirperverlik, medeniyet adına gökyüzüne doğru uzanan cam binalarla kaplanmaya başlayan şehirlerden daha bakımlı olan, taşa-ahşaba dost köyler ve köy insanlarının yaşadığı yerlere ve tarihlerine, anılarına sahip çıkma şekli çok etkiliyor beni. Ankara'ya dönmek üzere akşam üzeri Bağıştaş'tan bindiğimiz tren, yine uzun bir yolculuk sonrasında bizi iki günlüğüne uzak kaldığımız zamana geri getiriyor.


Hayat tüm hızı, temposu ile devam ediyor buralarda. Dönmek, biraz da yeni geziler için hayal kurmak demek. Bakalım bir sonraki hayal, nerede gerçeğe dönecek?

Gezi düşlerinizin hiç eksilmemesi dileğiyle.
 

Yorumlar

  1. Ne güzel anlatmışsın gezdiğin yerleri.Fotoğrafları görmesem masal diyeceğim.Ama fotoğraflar da çok güzel ve sahici. Hemen gidesim geldi. Ellerine, emeğine sağlık, nice güzel geziler ve yazılar temenni ediyorum.Selamlar,
    Sultan SARI

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkürler Sultan. Senin gibi bir gezginin beğenmesinden mutlu oldum...

      Sil
  2. fotolar ve anlatim muhtesem :-) yuregine becerine saglik !!!!

    YanıtlaSil
  3. Eline, emeğine sağlık Sonatcım. Ne kadar yürekten anlatmışsın. Ben Divriğili Naki de Bağıştaşlı olunca daha bir hevesle okudum. Sevgilerimle

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Memleketinizi bir de gezgin gözüyle görmüş oldunuz üstad o zaman. Anılarınızda yolculuğa çıkarabildiysem ne mutlu bana...

      Sil
  4. Yine çok güzel anlatmışsın. Gezmiş kadar oldum. Sevgiler!

    YanıtlaSil
  5. Bayıldım yine Sonatcığım, oralara kaçasım ve dönmeyesim tetiklendi yeniden, sevgiyle kucaklıyorum.

    YanıtlaSil
  6. Yola çıkma arzusu uyandırabildiyse satırlarım ne mutlu bana üstad... Sevgiler.

    YanıtlaSil
  7. En yazar gezer arkadaşım olarak sen gez, sen yaz biz okuyalım, imrenelim diyorum başka da diyecek birşey bulamıyorum. Bu alternatif geziyi böyle güzel bir yazıyla bize aktardığın için sağol. Kalemine, yüreğine kuvvet Sonat.

    Selçuk Avar

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beraber gezelim, ben yazarım üstad...Görülecek çok yer var. Güzeli gören gözlerimiz, insanı seven yüreğimiz oldukça biz bu topraklardan daha çok hikaye çıkarırız böyle. Teşekkürler.

      Sil
  8. Çok güzel anlamışsıniz kendimi oralarda hissettim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba Furkan Bey,
      Kusura bakmayın fark etmemişim paylaşımınızı. Böyle hissetmiş olmanız ne kadar güzel. Mutlu oldum. Gördüğünüz, bildiğiniz yerler ise, umarım anılarınız canlanmıştır. Yok gitmediyseniz oralara, umarım yolculuk düşlerinizi tetiklemişimdir. Yolunuz açık, rotanız hep güzellikle dolu olsun...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Körfez'in İncisi: Karamürsel