Körfez'in İncisi: Karamürsel



Yetmişli yıllarda doğmuş Ankaralılar için sokakta oyun oynayabilmek büyük bir lükstü. Şimdiki zamanların oyun alanı bulamama gibi bir sorunu yüzünden değildi bu eksiklik elbette. Evlerin bahçeleri bugünlerdeki gibi araba parkı olmadığı için, kocamandı aslında… Sokak boyu evlerden birinin ya da ikisinin önünde, büyük bir gurur kaynağı olarak dururdu “Anadol” ya da “Murat134” marka bir araba. Benzin hem pahalıydı, hem de bulunmuyordu… O yüzden arabalar, evlerdeki televizyonlar gibi, sokağın en sosyetik aksesuarıydı. Bırakın sahibinin, bulunduğu sokağın bile itibarını artırıyordu.

O sokakları çocuk kahkahası ile inletmek, yürek isterdi. Çatışmanın ne zaman çıkacağı, nereden nasıl bir hengamenin geleceği belli olmazdı.  Ta ki yazları Karamürsel’e gitmeye başlayana kadar, “pencere çocuğu” olarak geçti Ankara’daki o yıllar… Dışarıdaki hayatı pencereden izleyen, bolca hayal kuran, roman kahramanlarının hayatını canlandırmaya çalışırken, yavaş yavaş akan zamana karşın, hızlıca büyüyen, olgunlaşan çocuklardık.

Ama Karamürsel’de, sahildeki asırlık ıhlamur ağacının dallarına bizden biraz daha büyük çocuklarla yapılan ağaç evde, eller buruş buruş oluncaya kadar girilen denizde, akşamüzeri sandalla çıkılan balık avlarında, sahil boyunca yapılan yürüyüşlerde, bazı geceler açık hava sinemasında çekirdek eşliğinde izlenen filmlerde ve ailece oturulan çay bahçelerinde içilen gazozda çocuk olmanın güzelliğini yaşadım.

Sahildeki ıhlamur ağaçlarının ya da şeftali bahçelerinin yerinde siteler var artık… Yazlık sinemanın yerinde ise bir basketbol sahası… Günlük balık avlarının kişi başı hasılatını, bugün balık iskelesinde haftanın bir günü tezgahta gördüğümüzde seviniyoruz… Yüzmeyi öğrendiğim denize yıllar var ayağımı sokmadım. Bugüne gelen Karamürsel’den, geçmiş günlere ait çok az iz kalsa da, hala insana huzur veren sakin yapısını koruyan o kasabayla bağımı koparamıyorum. Belki bir zamanlar kasabayı sık sık ziyaret eden Neyzen Tevfik, yüzmeyi benim gibi Karamürsel’de yaşadığı yıllarda öğrendiğini tahmin ettiğim Sait Faik, belki Karadenizi anımsatan yemyeşil doğası, geceleri boğaz misali ışıl ışıl olan Körfez manzarası belki… Sayacaklarımdan biri, sizin de nedeniniz olabilir Karamürsel’e gitmek için… Anlatması benden, gitmeyi hayal etmek ve henüz görmediyseniz Körfez’in incisini bir Adapazarı, İstanbul, Yalova ya da Bursa gezinize dahil etmek sizden…


Osmanlı’nın ilk yıllarında kaptan-ı deryalık yapan Mürsel Alp’ten almış Karamürsel adını. Mürsel Alp, İzmit Körfezi’nin güneyindeki bu küçük Bizans kasabasını fethettiğinde, Osman Gazi, adını kasabaya vererek onurlandırmış onu… Kahramanlığından, korkusuzluğundan dolayı da adının başına “Kara” lakabını yakıştırmış… Ölene kadar Karamürsel Alp olarak anılan kaptan-ı derya, burada Osmanlının ilk tersanesini ve donanmasını kurmuş. Öyle büyük gemilerin olduğu bir donanma değil ama… Venedik kadırgalarına da benzeyen, 26 kürekli, bir buçuk direkli, yaklaşık 13 metre uzunluğunda, Marmara Denizinde hem yelkenle hem de kürekle hareket edebilen teknelerden oluşmuş bir filo… Yolcu ya da yük taşımışlar yıllar boyu. Şimdi Karamürsel’in merkezinde Mürsel Alp’in mezarı başında temsili olarak yapılmış bir Karamürsel kadırgası karaya vurmuş gibi görünse de, zamanında Marmara denizinin bu gemilerle kaplı olduğunu bilmek gurur veriyor insana…


Rivayete göre ömrünü savaş ile geçiren Mürsel Alp, vasiyetinde “Vefat edince beni öyle bir yere defnedin ki, sırtım dağlara dayansın, kucağıma deniz gelsin. Böylece daima donanmamı göreyim.” demiş. Şu anki anıt mezarın konumu sebebiyle Mürsel Alp’in ruhunun huzur bulduğu söylenebilir. Sırtı dağlara dayanmış o mezardan, yüzlerce yıl önce karaya çıktığı sahile kurulan ve büyüdükçe değişen kasabaya gururla bakıyor olmalı bir yerlerden.

Mürsel Alp’in mezarından sahile doğru yol alınca, içinden geçilen çarşı, halkın her türlü gereksinimini karşılayacak büyüklükte. Büyüyen kasabaya inat, küçük kalan tek şey ise meşhur “Karamürsel sepeti”. Dilimize atasözü gibi yerleşen “Ufacık tefecik gördün de Karamürsel sepeti mi sandın?” sözünün öznesi bu sepetler, bugün tek bir kişi tarafından üretilmeye devam edilmekte… Karamürsel’li gazeteci Erdoğan Özdemir’in aktardığına göre Sultan Abdülaziz’in İzmit gezisi sırasında Karamürsel halkı tarafından toplanan kirazlar, padişaha ikram edilmek üzere bu sepetlerin içine konmuş. Sultan kendisine ikram edilmek üzere getirilen kirazların bu kadar az olmasına bozulmuş. Ama sepet içindeki kirazlar boşaltıldığında tepsilere sığmayınca, Sultan da bu kadar küçük bir sepetin içinden, bu kadar çok kirazın nasıl çıktığına şaşırmış. İşte o zamandan bu güne kadar, kullanılan o meşhur söz, bu şaşkınlık anında dile gelmiş. Sepetin tabanı 7-10 santim, ağız genişliği 15-20 santim, boyu ise 40-55 santim. Yarım koniyi andıran, iyi kesilmiş ve kurutulmuş kestane çıtalarından örülen bu sapsız sepetin iç hacmi dış görünüşünün aksine geniş. Şimdilerde kestane ağacının yerini daha ucuz olduğu ve kolay bulunduğu için fındık ağacı almış. Ama malzemeyi ucuzlatmak da işe yaramamış. Fabrikada üretilen sepetler, el ürünlerine göre daha çok tercih edilir olmuş. Yine de çarşı içinde tek bir dükkan (Ali Koygun’un dükkanı) geleneksel sepetin satışına devam ediyor. Karamürsel gezisinden bir hatıra olarak sepet almak isteyenler için adres sıkıntısı olmayacaktır.


Çarşının denize kavuştuğu yerdeki sahil bandı, Körfezin en uzunu. Belki de bu yüzden İzmit, Değirmendere, Gölcük, Hereke ya da Yalova’dan gelenlerin de günübirlik uğrak yeri Karamürsel. Sahil, tüm halkın kullanımında. İnsanlar denizle barışık… Çay bahçeleri, parklar, yürüyüş alanları kordon misali tüm kasabayı kuşatmış. Vakti zamanında bu topraklarda memurluk yapan kim varsa, emekliliğinde soluğu yine burada alıyor. Kasabanın Çerkez, Boşnak, Laz ve Gürcülerden oluşan zengin kültür yapısı, Anadolu’nun her yerinden gelen emeklileri de bu karışımın içine harmanlıyor.

Tarihi bu kadar eskiye uzanan Karamürsel’de, geçmişten kalan çok fazla görsel iz yok ne yazık ki… Anadolu’nun ilk kadınlar kahvesinin burada bulunduğu söylenir örneğin. Ama bu kahveye ilişkin hiç bir kanıt yoktur. Kadının sosyal hayat içine henüz dahil olmadığı bir zamanda, bu küçük kasabada nasıl olup da kadınların gün boyu bir kahve ortamında vakit geçirebildiğini hayal etmek, o kahvenin bir benzeri yapılırsa daha kolay olmaz mı? Neyzen Tevfik gibi bir bilgenin sık sık İstanbul’dan ziyarete geldiği dostu berber Mehmet Açıkel’in İnönü caddesi 13 numaradaki dükkanında şimdilerde satılan cep telefonlarının melodi seçeneğinde ney sesi var mıdır acaba? O dükkanda çay evi işletilirken, girişte Neyzen Tevfik resmi karşılardı insanları ve oradan geçen herkes bilirdi, ustanın bir zamanlar buranın müdavimi olduğunu, şimdi kaç kişi haberdar o dükkanın geçmiş yıllardaki tanıklığından? Tahrirat katibi olarak Karamürsel’e tayin olan babasının yanında, şimdilerde ne tarafta olduğu bile bilinmeyen deniz kenarında bir evde, çocukluğunun en güzel 3 yılını geçiren Sait Faik de benim kadar mutlu anımsamış mıdır Karamürsel’deki çocukluk günlerini? Bu soruların yanıtını bulmak güç. Çünkü saydığım bu kişileri ve mekanı anımsatan hiçbir andaç yok Karamürsel’de… Ama saydıklarımın hepsi, meraklı gezginlerin ilgisini çekmez mi sizce de?



Olmayanların yanında, varlığıyla gurur duyulan eserler de var ne mutlu ki… Atatürk’ün 1933 yılında bir 24 Temmuz sabahı, Yalova’ya giderken uğradığı Karamürsel’de, halka seslendiği eski belediye binasının avlusu, bugün hala resmi törenlere ev sahipliği yapıyor örneğin. Kasabanın, Değirmendere tarafına doğru olan sahil bandında yürürken, sona doğru evlerin arasından görülen fabrika bacası da dikkat çekecektir şüphesiz. Bu baca Karamürsel'de Osmanlı zamanında kurulan ilk kumal fabrikasına ait. Daha sonra 1950'de Sultanhamam’da kurulan ve 32 ilde çok katlı mağazalar zinciri haline gelen kumaş mağazası “Yeni Karamürsel” de adını buradan esinlenmiş. İznik yolu üzerinde Yalakdere köyündeki halen kullanılan Validesultan köprüsü de Karamürsel’in Osmanlı zamanından kalan en önemli eseri…


Sahilde Yalova tarafına doğru yürürken göreceğiniz sebil, her ne kadar eski zamanlara aitmiş hissi verse de 2006 yılında yapıldı aslında. Ama Karamürsel’in geçmişine ait olmasa da 258 yıl önce,  bugünkü Saraybosna’da eski şehir merkezindeki başçarşıda, Osmanlı paşalarından Mehmet Kukavica tarafından yaptırılan sebilin birebir eşi… Saraybosna’ya bağlı Stari Grad Belediyesi ile Karamürsel Belediyesinin karşılıklı imzaladığı kardeş kent protokolü çerçevesinde yaptırıldı ve sahildeki parkın havasını değiştirdi.

İnsan eliyle yapılan izleri, istemeden de olsa silmek daha kolay belki. Ama doğa kendine ait olanı her zaman koruyor. Bunun en güzel kanıtı da sahilde uzanan evlerin ardındaki tepelerde,  orman içinde tüm sadeliği ile yaşamaya devam eden Karamürsel köyleri…Sahil boyu yürümek ya da çay bahçelerinde keyif yapmak, Hereke’ye veya İzmit’e kadar giden vapurun denizde yaydığı köpüklerde hayale dalmak yetmezse size, sırtınızı verdiğiniz dağlara döndürün rotanızı… Yürüyüş ve doğa meraklıları için bu dağ köylerine giden yollar, oldukça keyifli güzergahlar. İznik yolu üzerindeki Oluklu Tepesi’nden İzmit Körfezi ve Marmara Denizinin bir bölümüne bakarak günbatımı izlemenin keyfi bambaşka… Aslında burada, Ayvalık’taki Şeytan Sofrası benzeri bir işletmecilik yapılsa, civar il ve ilçelerden günübirlik oldukça turist çekmek mümkün. Kimbilir belki birgün o da olur…


Bir diğer keyifli mekan “Başdeğirmen”. 1912 Balkan Mübadelesi sonrasında Karamürsel’e göçen Rumeli Türklerinden bir aile, Samanlı Dağlarından beslenen Suludere’nin temiz ve buz gibi sularını değerlendirip, 225 yıllık tarihi bir çınar ağacının dibinde, iki adet su değirmeni yapmış ve bölge halkının tahıllarını bu değirmende öğütmüş. Daha sonra bu su değirmenlerinin bulunduğu yerde, alabalık yetiştirilmeye başlanmış. Şimdi orman içine inşa edilen dağ evleri sayesinde bu doğa harikası mekana, civar il ve ilçelerden günübirlik alabalık yemeye gelenler olduğu gibi haftasonu için konaklamaya gelenler de oluyor.

Karamürsel’in Tahtalıköyü sınırları içinde bulunan ve devasa gürgen ve kayın ağaçlarının süslediği Gürgenlik piknik ve mesire yeri de, ilçenin en bakir vadilerinden biri. Hoş manzarası, oksijen yüklü havası ve pırıl pırıl pınarları ile insanları cezbeden bu doğa harikası alan, yeterince bilinmediğinden ya da değerlendirilmediğinden, son yıllarda ancak meraklılarını ağırlayabilmekte. Mini mini gölcüklerin ayrı bir çeşni verdiği Gürgenlik, ilçe merkezine 25 kilometre mesafede. Yaklaşık 60 dekarlık büyük bölümü ormanla kaplı bu vadi, milli park özelliği taşıması bakımından da önem taşıyan, az bulunur bir mesire yeri.


Suludere, Akpınar, Osmaniye ve Başkiraz köylerinin sınırları içinde yer alan Samanlı Dağlarında da, dağ gezileri ve kampları için çok elverişli alanlar var. Meraklıları için buralarda haftasonu geçirmek keyifli olabilir.

Başlarken de söylediğim gibi, gitmeyi hayal etmek yeter… Gidince her yer, bakanın gözlerinden güzellik kazanır. Bir dahaki seneye kadar, bu yaz biriktirdiğiniz gezi anıları size yaşam enerjisi versin. Yolunuz açık, rotanız hep güzelliklere çevrili olsun.  

Sağlıcakla kalın…



Not: Bu yazı Arkadaş Ankara Kültür-Sanat Etkinlikleri  Dergisinin Eylül 2011'de çıkan 193. sayısında yayımlanmıştır.


Yorumlar

  1. memleketim hakkında bu kadar güzel bir yazıyı daha önce hiç okumamıştım. Doğduğum ve
    şu an yaşadığım yer. Blogumda zaman zaman yazarım ama adını vermem. Tekrar
    gelirseniz tanışmak ümidiyle..sevgiler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba,
      Ne güzel böyle bir şey okumak. Aslında her yıl hafta sonları da olsa gelmeye devam ediyorum Karamürsel'e...Bu sene gelemedim ama. Plaj yolu tarafında evimiz. Belki sahilde gezerken, çay bahçelerinde otururken (genelde tercihimiz Vidinli ya da Öğretmenler Çay Bahçesi) yan yana olmuşluğumuz da vardır. Kimbilir? Bloğunuza da adres verirseniz bakmak isterim. Sevgiler...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)