AŞK'a Yolculuk
Rengarenk zakkumlar, sardunyalar,
begonviller… Pencerelerden, balkonlardan uçuşan çamaşırlar… Mavi, yeşil,
kırmızı panjurlar… Eski ama yaşayan, güzel evler… Yemyeşil yollar… Sardunyalar,
manolyalar, lavantalar… Ağaç gövdesine, havuzun serinliğine sığınmış meydanlar…
Sokaklarda kopyaları, müzelerde asılları sergilenen heykeller… Taşla bezeli,
çiçek döşeli, umut gizli, özgürlük hasreti dolu, ferforje parmaklıklı köprüler…
Zakkumlar, begonviller, aşk merdivenleri… Şehirleri bölen nehirler, şehirleri
yok eden dağlar… Kuleleri eğik, sokakları dar şehirler… Maskeler, maskeli
insanlar… Vespa’lı güzel kadınlar, yakışıklı erkekler… Cama can verenler… Sardunyalar,
zakkumlar…
Birkaç sözcükle anlatılmaya çalışıldığında
benim aklımda kalan İtalya bundan ibaret. Ama 2008 yılında yaptığım ilk İtalya
gezisini anımsamak için aldığım notlarda daha fazlası var. İtalya bir
kereliğine gidilecek ve tanınacak bir ülke değil bence… Trevi çeşmesine atılan
bozuk paralarla ilgili söylenceler doğru değilse bile, bu topraklar
ziyaretçilerinde bağımlılık yapacak güzellikte. Bir giden bir daha gitmek
istiyor ve her gidişte farklı bir İtalya görülebiliyor. Tıpkı İstanbul gibi,
İtalya’nın tamamı da gezginlerin oraya geliş sebeplerine göre farklı
güzelliklerini ortaya çıkaracak gizli bir güce sahip… Benden söylemesi. Gitmeyi
hayal etmek, gitmek demektir.
1. Gün (ROMA)
Yaklaşık iki buçuk saatlik bir uçak yolculuğu sonrası ulaştık AŞK’a. İtalya’ya ilk adımı Roma’dan atmak, belki de bu yüzden güzel. Roma, Amor… Uslanmaz bir romantikseniz, şehrin adında saklı Latince-Türkçe karışımı sözcük oyunu sizi gezi boyunca oyalayabilir. Baktığınız her yerde, sokaklarda, meydanlarda, çeşmelerde, tarihi eserlerde, hatta kiliselerde bile AŞK’ı görebilirsiniz. Bu şehrin sevgi ürünü olmadığını söylemek mümkün değil.
İtalya ile aramızda bir saatlik bir zaman farkı var. Uçağımız Roma’nın 30 km. güneybatısında, Tiran denizi kıyısındaki büyük bir balıkçı kasabası olan Fiumicino’daki “Leonardo da Vinci” havaalanına iniyor. Burası bizim Esenboğa ya da Atatürk havalimanına benzer bir yapıya sahip. Mevsim sebebiyle mi yoksa her zaman mı böyle bilemiyorum ama oldukça da kalabalık. Konuşulan dillerin, kılık kıyafetin farklılığına bakılırsa, dünyanın bir çok yerinden insan geliyor Roma’ya… Aşk’ı arayanlar ya da bulanlar için ortak bir kavuşma noktası bu şehir.
Havaalanından Temrini’ye yani tren istasyonuna kadar, her yarım saatte bir kalkan trenler var. Ama bavulları aldıktan sonra bizi, turun ayarladığı bir otobüs karşılıyor. Bir de yaklaşık 9 yıldır Roma’da yaşayan güzel insan Burcu… Burcu İstanbul’lu. İstanbul Üniversitesi'nde İtalyan dili okumuş. Sonra moda eğitimi almak için Roma’ya gelmiş. Burada kalmayı kafaya koyunca, mütercim tercümanlığa yönelmiş. Şehrin bir kısmını onunla birlikte geziyoruz.
Havaalanından ayrılır ayrılmaz ilk hedefimiz “Vatikan” olarak belirleniyor. Şehre giden yol boyunca beyaz ve pembe zakkumlar çekiyor dikkatimi. Bir de şehre yaklaştıkça artan ağaçlar… Genel görünüm ilk bakışta Türkiye hissi veriyor insana. Güzel olduğu kadar bakımsız bir şehir burası. Daracık sokaklarda evler, etrafa dağılmış çöp öbekleri, balkonlarda asılı rüzgara karşı savrulan çamaşırlar, korna sesleri… Ortak iklimin, ortak bir tarihin, birbirine yakın karakterdeki insanların yaşadığı bu uzak şehirde, kendimi diğer Avrupa ülkelerinde olmadığı kadar evimde hissediyorum.
Roma ve İstanbul, Bizans İmparatorluğu’nun iki büyük şehri. Her iki şehrin tarihten uzak bellekler için ilk göze çarpan benzerliği, Babil’den beri mitolojide ve dinlerin hepsinde kutsal sayılan yedi sayısının kentsel vurgusu sayılabilecek şekilde, şehirlerin yedi tepe üzerinde kurulmuş olması. Roma’nın tepeleri şunlar: Aventinus, Carlius, Capitolinus, Esquilinus, Palatinus, Quarinalis ve Vimilanis. Tepeler tıpkı İstanbul gibi, o dönem İmparatorluğun yaşam alanlarına ev sahipliği yapmış.
Vatikan bu yedi tepe dışında yer alıyor. Dünyanın en küçük ve kapalı devletine gidebilmek için havaalanı yolunda “Aurelia” sapağına sapıyoruz. Etrafta görebildiğim evler çok yüksek değil. Benzer, düz mimarileri var. Ancak balkonlar görülmeye değer. Tüm binaların olmasa da, büyük bir kısmının balkonları rengarenk çiçeklerle donatılmış, güzel ve küçük cennetler yaratılmış.
Yol boyunca ve gün içinde gezerken en çok dikkati çeken şey de, şehirde “Vespa”ların hakimiyetinin fazla olduğu. Her tarafta motor parkları var. Araba kullananların tercihi ise Micra ve Smart marka arabalar. Pazar günü olması nedeniyle bir çok yol araçlara kapalı, ama açık yerlerde trafik düzgün akıyor. Araçların nispeten azlığından olsa gerek. Yoksa İtalyanların trafik keşmekeşinin bizimkinden farksız olduğunu izlediğim filmlerden ya da gelen elmeklerden biliyorum. Bugün Romalılar, insanı çıldırtan seviyedeki nemli sıcaktan kurtulmak için Tiran denizine gitmişler. Uçak alçalırken, Fiumicino sahilinde gözüme takılan kalabalık, sıcaktan kaçan bu Romalılara aitmiş demek ki.
Vatikan civarı bomboş. Ama San Pietro Bazilikası’na yaklaştıkça, bunun içeride yapılan ayinin etkisiyle olduğunu anlıyorum. Sanki bütün Roma şu saatlerde Vatikan’da toplanmış gibi. Papa dışarıdan gelen bir misafiri sebebiyle, Pazar ayinine katılıyor. Bu görüntüler de San Pietro meydanına yerleştirilen dev ekranlarla dışarıda bekleyen kalabalığa yansıtılıyor. Bernini 1656-67 yılları arasında bu meydanı yaparken dünyanın en heyecan verici alanlarından birini tasarlamış. Meydan etrafındaki sıra sıra sütunlar, Roma’yı ve bütün dünyayı kucaklamak ve hacıları kilisenin bağrına çekmek için tasarlanmış. Meydanı çevreleyen sütunlar gerçekten çok büyükler. 284 traverten sütunun tepelerinde azizlerin 140 heykeli yer alıyor. Elipsin ortasında burada da bir dikilitaş var. Bu taşı İS 37 yılında Caligula, Mısır’dan getirmiş. Yüksekliği 25 metre olan dikilitaşın, İstanbul’daki, Paris’teki ve Washington’daki benzerlerinden farkı yok.
San Pietro Bazilikası, İS 67 yılında şehit edilen Havari Petrus’un mezar yeri olduğu düşünülen yere yapılmış. Tarihin çeşitli zamanlarında şehre yönelik tahribatlar yaşanmış. Ancak 1378’den sonra, Vatikan’ın Papa’nın ikamet merkezi olmasıyla şehrin önemi artmış. 1929 yılında Mussolini ile imzalanan bir anlaşma ile Vatikan, İtalya’dan bağımsız bir devlet olmuş. Bu anlaşma ile ülkenin resmi dininin Katolik dini olduğu ve Roma’nın kutsal bir şehir olduğu ilan edilmiş. O tarihten itibaren de Vatikan’da mutlak bir monarşiye dayalı bir yönetim uygulanmakta. Papa, hem devlet başkanı hem de Katolik mezhebinin ruhani lideri. Yasama, yürütme ve yargının da başkanı Papa…
Vatikan, 1506 yılından beri İsviçreli muhafızların oluşturduğu 100 kişilik bir birlik tarafından korunuyor. Muhafızlar, birliğin kurulduğu ilk yıllardan beri Michalengelo tarafından tasarlanan kıyafetleri giyiyorlar. San Pietro meydanına girmeden önce gördüğüm, tüylü çelik şapkalı, turuncu, kırmızı, lacivert çizgili elbiseleriyle İsviçreli muhafızlar oldukça dikkat çekici.
Vatikan’da da geçerli para birimi Avro ama bu avro bizim kullandıklarımıza benzemiyor. Vatikan’daki 1 Avro, Avrupa’nın geri kalanında 100 Avro’ya bedel. Burada her şey kutsal ve kutsanmış olduğu için sanırım, paha biçilmez fiyatlar söz konusu…
Pazar ayini saat 12 civarında bitince, meydanı dolduran kalabalık da yavaş yavaş dağılıyor. Kimi bizim gibi, müzeleri gezebilmek için sıraya giriyor. Ama müze girişlerinin saat 13’te başlayacağını öğrenince, o sıcağın altında beklemenin anlamsız olduğunu düşünüyor ve Salı günü, Vatikan bugüne göre biraz daha sakinken gelip, müzeleri gezmeye karar veriyoruz.
1. Gün (ROMA)
Yaklaşık iki buçuk saatlik bir uçak yolculuğu sonrası ulaştık AŞK’a. İtalya’ya ilk adımı Roma’dan atmak, belki de bu yüzden güzel. Roma, Amor… Uslanmaz bir romantikseniz, şehrin adında saklı Latince-Türkçe karışımı sözcük oyunu sizi gezi boyunca oyalayabilir. Baktığınız her yerde, sokaklarda, meydanlarda, çeşmelerde, tarihi eserlerde, hatta kiliselerde bile AŞK’ı görebilirsiniz. Bu şehrin sevgi ürünü olmadığını söylemek mümkün değil.
İtalya ile aramızda bir saatlik bir zaman farkı var. Uçağımız Roma’nın 30 km. güneybatısında, Tiran denizi kıyısındaki büyük bir balıkçı kasabası olan Fiumicino’daki “Leonardo da Vinci” havaalanına iniyor. Burası bizim Esenboğa ya da Atatürk havalimanına benzer bir yapıya sahip. Mevsim sebebiyle mi yoksa her zaman mı böyle bilemiyorum ama oldukça da kalabalık. Konuşulan dillerin, kılık kıyafetin farklılığına bakılırsa, dünyanın bir çok yerinden insan geliyor Roma’ya… Aşk’ı arayanlar ya da bulanlar için ortak bir kavuşma noktası bu şehir.
Havaalanından Temrini’ye yani tren istasyonuna kadar, her yarım saatte bir kalkan trenler var. Ama bavulları aldıktan sonra bizi, turun ayarladığı bir otobüs karşılıyor. Bir de yaklaşık 9 yıldır Roma’da yaşayan güzel insan Burcu… Burcu İstanbul’lu. İstanbul Üniversitesi'nde İtalyan dili okumuş. Sonra moda eğitimi almak için Roma’ya gelmiş. Burada kalmayı kafaya koyunca, mütercim tercümanlığa yönelmiş. Şehrin bir kısmını onunla birlikte geziyoruz.
Havaalanından ayrılır ayrılmaz ilk hedefimiz “Vatikan” olarak belirleniyor. Şehre giden yol boyunca beyaz ve pembe zakkumlar çekiyor dikkatimi. Bir de şehre yaklaştıkça artan ağaçlar… Genel görünüm ilk bakışta Türkiye hissi veriyor insana. Güzel olduğu kadar bakımsız bir şehir burası. Daracık sokaklarda evler, etrafa dağılmış çöp öbekleri, balkonlarda asılı rüzgara karşı savrulan çamaşırlar, korna sesleri… Ortak iklimin, ortak bir tarihin, birbirine yakın karakterdeki insanların yaşadığı bu uzak şehirde, kendimi diğer Avrupa ülkelerinde olmadığı kadar evimde hissediyorum.
Roma ve İstanbul, Bizans İmparatorluğu’nun iki büyük şehri. Her iki şehrin tarihten uzak bellekler için ilk göze çarpan benzerliği, Babil’den beri mitolojide ve dinlerin hepsinde kutsal sayılan yedi sayısının kentsel vurgusu sayılabilecek şekilde, şehirlerin yedi tepe üzerinde kurulmuş olması. Roma’nın tepeleri şunlar: Aventinus, Carlius, Capitolinus, Esquilinus, Palatinus, Quarinalis ve Vimilanis. Tepeler tıpkı İstanbul gibi, o dönem İmparatorluğun yaşam alanlarına ev sahipliği yapmış.
Vatikan bu yedi tepe dışında yer alıyor. Dünyanın en küçük ve kapalı devletine gidebilmek için havaalanı yolunda “Aurelia” sapağına sapıyoruz. Etrafta görebildiğim evler çok yüksek değil. Benzer, düz mimarileri var. Ancak balkonlar görülmeye değer. Tüm binaların olmasa da, büyük bir kısmının balkonları rengarenk çiçeklerle donatılmış, güzel ve küçük cennetler yaratılmış.
Yol boyunca ve gün içinde gezerken en çok dikkati çeken şey de, şehirde “Vespa”ların hakimiyetinin fazla olduğu. Her tarafta motor parkları var. Araba kullananların tercihi ise Micra ve Smart marka arabalar. Pazar günü olması nedeniyle bir çok yol araçlara kapalı, ama açık yerlerde trafik düzgün akıyor. Araçların nispeten azlığından olsa gerek. Yoksa İtalyanların trafik keşmekeşinin bizimkinden farksız olduğunu izlediğim filmlerden ya da gelen elmeklerden biliyorum. Bugün Romalılar, insanı çıldırtan seviyedeki nemli sıcaktan kurtulmak için Tiran denizine gitmişler. Uçak alçalırken, Fiumicino sahilinde gözüme takılan kalabalık, sıcaktan kaçan bu Romalılara aitmiş demek ki.
Vatikan civarı bomboş. Ama San Pietro Bazilikası’na yaklaştıkça, bunun içeride yapılan ayinin etkisiyle olduğunu anlıyorum. Sanki bütün Roma şu saatlerde Vatikan’da toplanmış gibi. Papa dışarıdan gelen bir misafiri sebebiyle, Pazar ayinine katılıyor. Bu görüntüler de San Pietro meydanına yerleştirilen dev ekranlarla dışarıda bekleyen kalabalığa yansıtılıyor. Bernini 1656-67 yılları arasında bu meydanı yaparken dünyanın en heyecan verici alanlarından birini tasarlamış. Meydan etrafındaki sıra sıra sütunlar, Roma’yı ve bütün dünyayı kucaklamak ve hacıları kilisenin bağrına çekmek için tasarlanmış. Meydanı çevreleyen sütunlar gerçekten çok büyükler. 284 traverten sütunun tepelerinde azizlerin 140 heykeli yer alıyor. Elipsin ortasında burada da bir dikilitaş var. Bu taşı İS 37 yılında Caligula, Mısır’dan getirmiş. Yüksekliği 25 metre olan dikilitaşın, İstanbul’daki, Paris’teki ve Washington’daki benzerlerinden farkı yok.
San Pietro Bazilikası, İS 67 yılında şehit edilen Havari Petrus’un mezar yeri olduğu düşünülen yere yapılmış. Tarihin çeşitli zamanlarında şehre yönelik tahribatlar yaşanmış. Ancak 1378’den sonra, Vatikan’ın Papa’nın ikamet merkezi olmasıyla şehrin önemi artmış. 1929 yılında Mussolini ile imzalanan bir anlaşma ile Vatikan, İtalya’dan bağımsız bir devlet olmuş. Bu anlaşma ile ülkenin resmi dininin Katolik dini olduğu ve Roma’nın kutsal bir şehir olduğu ilan edilmiş. O tarihten itibaren de Vatikan’da mutlak bir monarşiye dayalı bir yönetim uygulanmakta. Papa, hem devlet başkanı hem de Katolik mezhebinin ruhani lideri. Yasama, yürütme ve yargının da başkanı Papa…
Vatikan, 1506 yılından beri İsviçreli muhafızların oluşturduğu 100 kişilik bir birlik tarafından korunuyor. Muhafızlar, birliğin kurulduğu ilk yıllardan beri Michalengelo tarafından tasarlanan kıyafetleri giyiyorlar. San Pietro meydanına girmeden önce gördüğüm, tüylü çelik şapkalı, turuncu, kırmızı, lacivert çizgili elbiseleriyle İsviçreli muhafızlar oldukça dikkat çekici.
Vatikan’da da geçerli para birimi Avro ama bu avro bizim kullandıklarımıza benzemiyor. Vatikan’daki 1 Avro, Avrupa’nın geri kalanında 100 Avro’ya bedel. Burada her şey kutsal ve kutsanmış olduğu için sanırım, paha biçilmez fiyatlar söz konusu…
Pazar ayini saat 12 civarında bitince, meydanı dolduran kalabalık da yavaş yavaş dağılıyor. Kimi bizim gibi, müzeleri gezebilmek için sıraya giriyor. Ama müze girişlerinin saat 13’te başlayacağını öğrenince, o sıcağın altında beklemenin anlamsız olduğunu düşünüyor ve Salı günü, Vatikan bugüne göre biraz daha sakinken gelip, müzeleri gezmeye karar veriyoruz.
Vatikan’dan
ayrılıp, Roma’yı ikiye bölen Tiber nehrini aşıp, Collesseum’a yöneliyoruz.
Burası Roma’yı en iyi anlatan yer… Roma’da yaşamış büyük uygarlığın ihtişamını
sergileyen bu eser, İS 72-80 yılları arasında köleler ve mahkumlar tarafından
inşa edilmiş. Dört kademeli, elips biçimindeki anfitiyatro, 50.000 izleyiciyi
alabilecek kapasitede. Bugün yaptığımız tur, şehri genel hatlarıyla tanımaya
yönelik olduğu için Collesseum’un içini gezmiyoruz. İnsan binayı bu haliyle
bile olsa görünce, eski bir anglo-sakson kehanetinin doğruluğuna inanası
geliyor. Kehanet şöyle diyor: “Collesseum ayakta kaldıkça Roma’da yaşayacak,
Collesseum yıkıldığında Roma da yıkılacak ve Roma yıkıldığında dünya da
yıkılacak.” Binanın dış görüntüsü, dünyanın sonunun, çok büyük bir felaket
olmadıkça, hiç de yakın olmadığını söylermişçesine heybetli duruyor.
Collesseum’un
hemen karşısında, Costantinus Takı yer alıyor. Tak, Costantinus’un Sax Ruba’da
rakibi Maxentius’a karşı kazandığı zaferin anısını yaşatıyor. Burada daha fazla
oyalanmadan Roma Forumuna doğru yürüyoruz. Bulunduğumuz bölge eski Roma’nın
kalbi. Her taraftan tarih fışkırıyor. Bu antik kalıntıların şimdiki zamana
yansıyan ihtişamı, yıllar önceki hallerini hayal ettiğinde bile insanın
tüylerini diken diken ediyor. Geçmiş zamanda bu topraklarda yaşayan Roma’lılar,
şimdiki zamanın ışıl ışıl Amerika’sında yaşıyor gibiymiş sanırım. Sıcak ve uykusuzluk
öyle bir bastırıyor ki, geçmişin izlerini daha fazla sürebilmek imkansız oluyor
benim için. Ancak bugün için görülmesi gereken birkaç yer daha var.
Capitalino
tepesine çıkıyoruz. Michelangelo tarafından düzenlenmiş çok güzel bir meydanda
buluyoruz kendimizi. Ortadaki yıldız saati ve Marcus Aurelius’un sanki
canlıymış gibi duran heykeli burayı daha da güzelleştiriyor. Etraftaki binalar,
Palazzo di Conservatolo ve Palazzo Nuovo sarayları, bugün müze olarak
kullanılıyor. Buradan Piazza Venezia’daki Vittorio Emanuela Anıtı’na gidiyoruz.
Anıt göz kamaştırıcı bir şekilde beyaz mermerden yapılmış. Bu yüzden “Roma’nın
takma dişleri” ya da “Düğün Pastası” gibi alaycı tanımlamalara maruz kalmış.
Ama bence alay edilemeyecek güzellikte. Bergama’daki Zeus Sunağı’ndan
esinlenerek yapılmış. Beğenimin asıl sebebi, Roma’nın hala bu muhteşem yapıya
ilk günkü ihtişamına yaraşır şekilde sahip çıkması olabilir. Biz Bergama’da Zeus
sunağını hayal ederek gezerken, Romalılar ondan esinlenmiş Vittorio EmanueleAnıtı’nı şehrin merkezi yapıyorlar. Kader… Karşıda
Palazzo Venezzia var. İkinci Dünya Savaşı’nda Mussoli’nin meydanda toplanan
halka seslendiği, çalışma ofisinin bulunduğu bina, bugün müze olarak
gezilebiliyor.
Buradan kalan
son enerjilerimizle Trevi çeşmesine yürüyoruz. Çeşmenin bulunduğu meydan, bu
çeşmeye göre oldukça küçük kalıyor aslında. Poli Sarayının bir duvarına inşa adilen bu devasa çeşme gerçekten çok güzel. Ama
neden bu kadar küçük bir meydana, bu kadar gösterişli bir çeşme yapıldığını
anlamak güç. Üç yol ağzında olduğu için Trevi çeşmesi olarak adlandırılan bu çeşmeyi, “Aşk çeşmesi” olarak anan tek millet biziz
herhalde. Bunda, burada çevrilmiş Audrey Hepburn ve Gregory Peck'in oynadığı 1953 yapımı romantik film "Roma Tatili"nin etkisi yadsınamaz. Ama
burası Roma...Çeşmesi, sokağı, meydanı… her tarafı “Aşk” tadında. Çeşmeye
arkamızı dönüp, bozuk paraları atıyoruz suya… Denk geldi mi bilmiyorum ama
dileğim belli… Bir daha buralara gelmeyi arzuluyorum.
Elimizde meydandan aldığımız ilk
Roma dondurmalarının verdiği enerji ile İspanyol merdivenlerine doğru
yürüyoruz. İspanyol merdivenleri bizim gibi yorgun turistlerle dolu. Merdiven,
adeta bir seyir terası olmuş. Kim yerli kim yabancı ayırt etmek güç ama,
insanlar merdivenlerin önünden akan gösterişli Roma hayatını izlemekten keyif
alıyor gibi. Yorgun günü burada noktalamak güzel oldu. Bedenleri uykuya
salmadan önce, İtalya’da olduğunu hissettirecek en güzel noktalardan biri
İspanyol merdivenleri. Etraftaki kalabalığı izlerken bile dinleniyor insan. Ama
otele gitme vakti geldi de geçti bile. Yarın daha güzel heyecanları yaşamak
için dinç olmamız gerek.
2. Gün ( POMPEİ - NAPOLİ)
Sabah
5 gibi otel odasının önünden geçen tramvayın sesine uyandım. Hayat Roma’da
oldukça erken başlıyor. Oysa rehberimiz Aytekin Bey, İtalyanların iş ve çalışma
konusunda oldukça rahat olduklarını söylemişti. Mesai 9:30 gibi başlayıp, 13:00
gibi sonlanıyormuş buralarda. “Güzel hayat” gerçekten. Bu şekilde çalışsam ben
de daha keyifli biri olurdum şüphesiz. Sabahın köründe, gün daha yeni ışımışken
yollara düşen bu insanların kim olduğunu merak ettim doğrusu. Resmi işlerde
çalışanlar olabilirmiş. Bizim için gün zaten erken başlayacak. Sabah 7:30 gibi
Napoli’ye doğru yola çıkacağız. O yüzden 6:30 gibi kahvaltıya iniyoruz.
Oteldeki
kahvaltı, çeşit olarak oldukça az, ama lezzetli. Kaşar peyniri, bal,
tereyağı, kruvasan, ekmek ve yoğurt. Tahminimden daha
doyurucu bir kahvaltı oldu benim için. Hotel Portemaggiore, eski şehrin surlarının dibinde. (www.hotelportamaggiore.it) Dolambaçlı koridorlara konumlanmış 215 odası ile
temiz bir otel. Banyoda havlu niyetine koydukları peşkirler, kar beyazı. Havludan
daha ince ama daha çok emiyor suyu ve oldukça çabuk kuruyor… Turdaki herkesin
hoşuna gidiyor bu havlular. Benzerleri hatta daha güzelleri bizde de var ama
İtalya’da bir otelde karşılaşmak farklı geliyor herkese.
Roma-Napoli
arası 2,5-3 saat sürüyor. Ama erken yola çıkmamızın nedeni, saat ilerledikçe
artan trafiğe yakalanmamak ve “Pompei” şehrinde daha çok zaman geçirmek olunca,
bir önceki günün yorgunluğuna rağmen, 7:30’daki hareket
saatine kimse ses çıkarmıyor. Yol boyunca kendimi İtalya’da değil de Türkiye’de gibi hissediyorum.
Her şey, doğa, yollar, evler, öylesine bizden ki…Çam fıstıkları, beyaz, pembe,
mor zakkumlar…Yaseminler, buğday tarlaları, koyunlar…Sanki Roma-Napoli
arasında değil de Bolu-Adapazarı arasında gidiyor otobüs. Yol boyunca içinden
geçtiğimiz yeşillikler, turdaki birçok kişide aynı hissi uyandırıyor.Tek fark,
buralarda yerleşim yerlerinin yol kenarlarında değil de, yoldan uzakta
tepelerde olması. Ama bu hali de Karadeniz’i anımsatıyor hepimize…
Pompei
oldukça büyük bir yerleşim ve kazı alanı. Bazı yerlerde kazı ve yenileme
çalışmaları devam ediyor. Hamamı, çarşısı, genelevleri, meydanları ve sokakları
ile, ne büyük bir yerleşim yerinin lavlar altında kaldığını görüyoruz gezdikçe…
Şehrin tamamı 66 hektarlık bir alana sahip. Ama gezilebilen bölge sadece 12
hektarlık bir bölge. MS 79 yılında bir Ağustos günü Vezüv yanardağı patlayınca,
Roma İmparatorluğu’nda aristokratların, zenginlerin en çok yaşadığı bu koca
kent lavlar altında kalmış. Şehir 1594 yılında yapılan kazılarla tekrar gün
ışığına çıkarılmış. Vezüv yanardağı şehrin 10 km ötesinde. Patlamadan
kaynaklanan duman ve kül şehrin her yanını kaplamış ve insanlar boğularak
ölmüş. Şimdi gezilen kalıntılarda o günlere ait iskeletler de var. Hamile
kadınlar, çocuklar… iskeletlerin bu şekilde bozulmadan çıkarılabilmesi için
cesetle kül tabakası arasına hızla donan bir sıvı dökülmüş. Şimdi taş bir
heykel gibi sergilenen bu insan figürlerinin yüzyıllar öncesinde etten
kemikten, capcanlı insanlar olduğunu düşünmek ürkütücü…
Pompei
şehrinde bize oldukça yaşlı ama havalı bir İtalyan erkeği eşlik ediyor. Kaç
yaşında olurlarsa olsunlar, İtalyanların aşk insanı olduğunun en güzel
kanıtı bu yerli rehberimiz… Kur yapmaktan rehberlik yapmaya fırsat bulamıyor.
En çok bilgiyi Pompei’in genelevleri bölgesinde veriyor… Duvarlardaki resimler,
şehrin aşk hayatının ne kadar renkli, eğlenceli olduğunun kanıtı gibi gerçekten
de… Değişen yüzyıllara rağmen aynı kalan tek şey belki de bu bedensel zevkler…
Yemek
için Pompei çıkışında bir restorana gidiyoruz. Pizzanın doğduğu şehre
(Napoli’ye) bu kadar yakınken menüyü belirlemek hiç de zor olmuyor. Gerçek bir
napoliten pizza ve pasta yani makarna yiyoruz. Porsiyonlar oldukça büyük. Salata
+ Pizza/makarna + 1 içecek + dondurma için adam başı 15 avro ödedik. Bu
İtalya’daki makul bir yemek fiyatı…
Yemek
sonrası Napoli’ye geçiyoruz. Pompei- Napoli arası 10-15 dakika. Napoli bizim için
çok farklı bir şehir değil aslında. Daracık sokakları, kaldırımlar üzerine park
etmiş arabaları, kaldırımları işgal eden sokak satıcıları, yoldan yürüyen
insanlar, kurallarını kendi kendine karmaşa içinde belirleyen akıl almaz
trafiği, bizim için oldukça tanıdık görüntüler. Şehir, çöpler ve trafik
keşmekeşi arasında kaybolmuş adeta. Evlerde balkonlardan asılan çamaşırlar, bina girişlerindeki tabelalar, İstanbul’da Tepebaşı, Tarlabaşı civarındaki görüntüleri anımsatıyor. Tüm evler panjurlu. Ama kimi mavi, kimi sarı,
kimi yeşil, kimi de kırmızı panjurlar… Bazı balkonlar çiçek bahçesi. Uzaktan
sardunya olduğunu tahmin ettiğim, bol çiçekli salkım salkım saksı çiçekleri…
Napoli’de
bu karmaşanın içinde de görülebilecek güzel yerler var ama. Plebiscito Meydanı
Napoli’nin en büyük meydanı. Meydandaki Büyük Kilise 13. yy’dan kalma. Kubbesi
Roma’daki Panteon’dan esinlenerek yapılmış. Ama ne yazık ki tadilatta olması
nedeniyle kapıları kapalı. Kilisenin karşısındaki Ulusal Müzede ise Pompei’den
çıkan birçok eser, özellikle harika yer mozaikleri sergileniyormuş. Ama günün
yarısını zaten Pompei’de geçirdiğimiz için müzeye girmeye niyetlenmiyoruz. Meydandaki
bir diğer bina ise “Palazzo Reale”. Burası da 17.yy başlarında Dominico Fontana
tarafından yapılmış. 19. yy’a kadar İspanyol asilzadelerinin konutu olarak
kullanılmış. Şimdilerde ise resim,
porselen ve mobilyaların sergilendiği bir müze.
Bu
binaların yer aldığı meydanın az ilerisinde 19. yy’da yapılmış oldukça görkemli
Umberto Çarşısı var. Çarşı cam tavanı ile ilgi çekici. Belki bir yüzyıl sonra,
şimdilerde içindeki dükkanlar bir bir kapanan Karum Çarşısı da Ankara’ya gelen
turistlerin böyle ilgisini çeker.
Avrupalıların olmasa bile Ortadoğuların ilgisini çekeceği şüphesiz.
Çünkü 15 yıldır, başkentimizi köyleştiren büyük belediye başkanımız bununla
övünüyor her fırsatta. Ankara Türkiye’de kişi başına düşen alışveriş merkezi
sayısı en fazla olan şehirmiş. Ne büyük(!) bir övünç kaynağı.
Napoli
Limoncello’larıyla ünlü bir İtalyan şehri. Limoncello, bölgenin limon
rezervlerinin en lezzetli şekilde değerlendirilmesi sonucu yapılmış, biraz
yoğun açık sarı renkte bir likör aslında. Sadece limondan değil, başka
meyvelerden de yapmışlar. Ben mangolusunu içtim örneğin. Fena olmamıştı. Küçük,
şık cam şişelerde ikram ediliyorlar. Limoncello sonrası, Trieste e Trento
Meydanı’ndaki sokak kahvelerinden birinde, bir espresso içtik. İçerek
güzelleşiyor, İtalya’nın keyfini sonuna kadar çıkarıyoruz. Ama espresso
içtiğimiz sokak üstü kafedeki garson, kaşla göz arası bizi dolandırmaya
kalkıyor. 8 avro’luk 2 kahve ve 2 suyu bize 18 Avro’ya satmaya kalkıyor. Sıcağa
ve tüm yorgunluğuma rağmen çabuk fark ediyorum dolandırıldığımı. İtalyanlar
çantayı alamazlarsa, böyle elinden alıyorlar parayı demek ki…
Kahve
molası sonrası şehri biraz daha gezelim istiyoruz. Galeri Umberto’nun biraz
daha ilerisinde Nuova kalesi takılıyor gözümüze. Kale 1279-1282 yılları
arasında Charles I. D’anjou tarafından yapılmış. Kalenin girişindeki kuleler
dikkat çekici. Kalenin içinde Napoli tarihini anlatan resimlerin yer aldığı
müze var. Dışarıda ise düğün resmi çektiren bir gelin ve damatla
karşılaşıyoruz. Demek Napolili gençler, geçmişi anımsayarak, güzel bir geleceğe
adım atmayı uğur biliyorlar evlenirken. Ya da bu benim fantezim. Kale, düğün
fotoğraflarına güzel bir fon oluşturduğu için tercih edilmiş de olabilir.
Akşam,
Roma’ya döndüğümüzde otele yürüme mesafesinde 10 dakika uzaklıkta bir lokantada
yiyoruz yemeğimizi… Yaşlı bir İtalyan’ın gitarı eşliğinde söylediği Napoliten
şarkılar, yemeğimize ayrı bir lezzet katıyor. Yarın Roma’da son günümüz.
Serbest gezeceğiz. Hedefte Sistine Şapeli var. Bakalım bu sefer girmeyi
başarabilecek miyiz?
3.Gün (ROMA)
Sabah
kahvaltı sonrası grubun büyük bir kısmı ile otelin önünden otobüse binerek,
tekrar Vatikan’a gidiyoruz... Amacım bu kez Sistine Şapeli’ni görmek ama, Vatikan yine
öylesine kalabalık ki, zaman San Pietro Katedralinin içini gezmeye ancak yetiyor. Sadece Katedral içindeki "Meryem’in kucağındaki İsa heykeli"ni görerek (Michalengelo’nun Pieta’sı) idare
ediyoruz. Michalengelo'nun, insanlığın Yaratılışı, Düşmesi ve Kurtarılması hakkında Hristiyan dinsel doktrinlerini göstermek için yaptığı muhteşem fresklerinden oluşan tavanı ile, gerçekten bütün insanlarda merak ve beğeni uyandıran şapel artık bir dahaki Roma gezilerimize kalıyor.
Vatikan
çıkışı, yakındaki Sant Angelo Kalesi’ne geçiyoruz. Yürüyerek şehri gezmek her
zaman daha keyifli… Tiber nehri kenarından yürüyerek, Adalet Sarayı’nı görüyoruz. Daha sonra nehrin karşı tarafında, daha çok ressamların konuşlandığı Novana
Meydanı’na yöneliyoruz. Meydanda harika heykellerle donatılmış, iki tane havuz ve saçları uzayan kızın kilisesi
var. Rivayete göre din değiştirmesi için
kızı çırılçıplak soymuşlar ama kız din değiştirmemiş ve saçları onun bu
direncine eşlik etmek için, birden tüm vücudunu örtecek şekilde uzamış. Buradan
Panteon’a geçiyoruz. Gerçekten ilahi bir mekan. Tavandan süzülen ışık, salondaki
mermer zeminde yankılanan sesler… Bir zamanlar buranın şehrin tepesinde
olduğunu bilmek, aslında buraya daha çok yakışıyor. Etrafta hiçbir yapının
olmadığını ve yüksek ama çok yüksek merdivenler çıkılarak Tanrıların evine
gidildiğini hayal etmek, Panteon’u daha güzel kılıyor. Şimdilerde sokakla neredeyse
bir olmuş. Önündeki küçük meydan ve çeşme tüm Roma sokakları ve meydanları gibi
turist kaynıyor.
Panteon
sonrası yakınlardaki ünlü bir dondurmacıya uğruyoruz. Roma dondurması tadı ve
zengin çeşidi ile insanı oldukça keyiflendiren bir tat. Tam 212 çeşit dondurma
vardı. Bu kısa lezzet molasından sonra ilk gün yorgunluktan iyi göremediğimiz
Trevi çeşmesi’ne ve II.Emanuela Anıtı’na
tekrar gidiyoruz. Çeşmeye dilek parası atmıyoruz bu sefer. Ama Anıtın
çıkabildiğimiz kadar tepesine çıkarak, Roma’yı kuş bakışı fotoğraflıyoruz...Buradan
İspanyol merdivenlerine doğru yürüyoruz…Yol üzerinde bazı mağazalara da bakıyoruz.
Hiçbir şey Türkiye’dekinden daha güzel değil. İspanyol merdivenlerinde biraz
soluklandıktan ve Roma’ya bu seferlik son kez bir daha baktıktan sonra Sistina
caddesi üzerinden otele doğru yürümeye başlıyoruz. Ama ayaklarımız bizi ancak
Santa Maria Maggiore Meydanı’na kadar taşıyor.
Buradan taksiye binerek dönüyoruz otele. Yorgun günü sonlandırırken, yarın
ki Floransa yolculuğunun hayalini kurarak dalıyorum uykuya. Roma görülecek bir çok
yeri geride bırakarak veda ediyor bana. Trevi çeşmesine attığım paralar inanılan
gibi, ziyaretçileri tekrar buraya getirmeye yararsa, o yerler de diğer
gelişimde gezilecek artık…
Arrivederci
Roma!
4.Gün (SİENA - SAN GİMİGNANO -PİSA)
Sabah
otelden 7:30 gibi ayrılıyoruz ama Roma-Floransa arası yolculuğumuz oldukça uzun
sürüyor. Bunda, çiçekler şehrine doğru yol alırken Siena, San Gimignano ve Pisa’ya
da uğramamızın etkisi büyük oluyor. Ama gördüğümüz güzellikler, geçen zamana ve
tüm yorgunluğa değiyor.
Floransa,
Toscana bölgesinde yer alıyor. Yol boyunca gördüğümüz ve Floransa’ya
yaklaştıkça artan günebakan ve asma bahçeleri, Toscana bölgesinin doğal
yapısının ne kadar zengin olduğunun göstergesi. Toscana'nın büyüsü kaplıyor tüm benliğimi. Gözümün önünde uzanan manzaraya bakarak, İtalya'ya bir dahaki gelişimde bu bölgeyi doya doya gezme hayalleri kuruyorum. Yerleşim yerleri yol
kenarlarından oldukça uzak, tepelere kurulmuş. Görsel olarak insanı mest eden
bu manzaralarda ilk durağı Siena’da veriyoruz.
Siena gerçek bir masal şehri bence.
Ülkemin topraklarıyla karşılaştırınca biraz Assos biraz Alaçatı karışımı butik
bir yerleşim. Büyük bir şans eseri, şehre geldiğimiz tarih yılda iki
sefer yapılan “palio” yarışlarına denk geliyor. (Yarışlar, sadece 2 Temmuz ve 16 Ağustos’ta yapılıyor) Tüm kasaba yarışa
hazırlanıyor. Şehrin sokaklarında gezdirilen atlar görülmeye değer. Sadece 90
sn. süren bir yarış için bütün bir yıl hazırlık yapılması da işin ayrı bir
heyecanlı tarafı…
“Palio”
13. yy’dan beri Piazza del Campo’da düzenlenen geleneksel eğersiz bir at
yarışı. 15. yy. kostümleri giymiş bayrak taşıyıcıların, yaklaşık bir saat süren
görkemli bir tören alayı oluyormuş. Bizim, Campo meydanı’na vardığımız öğle
saatlerinde (yarış akşamüzeri 16:30’da oluyormuş) yine büyük bir şans eseri,
tören geçidine katılacak bandoların provası var. Tüm alan ve şehir, yarışa
katılacak mahallelerin bayraklarıyla süslü.
Toplam 17 mahalle var. Her mahallenin simgesi farklı. Sokaklarda yürürken hangi mahallede olduğunuzu evlerin duvarlarındaki sembollerden, kolaylıkla anlıyorsunuz. Kartal, tırtıl,
salyangoz, baykuş, ejderha, zürafa, kirpi, tekboynuz, dişi kurt, deniz
kabuğu, kaz, dalga, kara panter, orman, tosbağa ve kule Siena'daki
mahallelerin sembolleri... Bu semboller, burada yaşayanlar için oldukça
önemli. Baykuş mahallesinde doğan birisi, oradan taşınsa ya da başka bir
mahalleden biriyle evlense bile baykuş olarak biliniyor. Yarışa katılan tüm atlar ve binicileri, temsil ettikleri semtin
renklerine ve simgelerine uygun olarak giyiniyorlar.
Palio’nun
yapıldığı alan içbükey ve oldukça büyük bir meydan. Meydana bakan büyük binalardan kulesi olanı, "Belediye Sarayı" imiş. Buranın belediye başkanı olmak güzel olurdu doğrusu. Çünkü şehir, gerçekten çok güzel. Zaman sanki hiç akmamış gibi burada. Tarih, bu küçük şehrin içinde gömülmüş kalmış. Ancak geçmiş
ve bugün çok güzel koordine edilmiş. Meydandaki Gaia çeşmesi de kırmızı taş binalar arasında, bembeyaz mermeri ile göze çok hoş geliyor. Çeşmenin duvar rölyeflerinde, Adem ve Havva, Meryem ana ve Roma'nın olduğu kadar Siena'nın da kurucusu Romus ve Romulus kardeşler ve havuzun kenarında da ağzından su akar halde onları emziren dişi kurtlar dikkat çekiyor.
Meydanın dışında, sokaklara dalınca karşımıza çıkan gotik tarzda inşa edilmiş Duamo, şehrin genelindeki kırmızı renge inat bembeyaz görünüyor. Dış cephe işçiliği de şehrin sade mimarisinden oldukça farklı. Bu katedral, eğer veba salgını olmasaymış İtalya'nın en büyük katedrallerinden biri olacakmış. Ama yarım kalan haliyle bile etkileyici. Üstelik güzellik sadece dış cephede değil, içerideki fresklerde de kendini gösteriyor. Özellikle, katedral içersindeki Piccolomini Kütüphanesi'ndeki duvar ve tavan resimleri, insanı Siena'nın dışında bir yolculuğa çıkarıyor adeta...
Sienadan ayrılmak gerçekten zor. Daracık sokakları, kırmızı taş binaları ve şekli zaman içerisinde değişse bile, geleneksel sayılabilecek bir yarışın şehirde yarattığı coşkuyu terk etmek kolay değil. Belki de bu küçücük şehri turistler nezdinde unutulmaz kılan da bunlar...
Siena
sonrası San Gimignano’ya uğruyoruz. Burası da tarihi bir yerleşim. Geçmişi 1000'li yılların başlarına kadar uzanıyor. Kasabanın girişinden
aşağıya doğru uzanan Toscana Vadisi seyre değer. Dar sokaklarda yükselen kule şeklindeki binalar, buranın "Ortaçağın Manhattan"ı olarak anılmasını sağlamış. Bu da kasabayı en az Siena kadar turistik bir yerleşim haline getirmiş ve 1990 yılında kasaba Unesco tarafından "Dünya Kültür Mirası Listelerine" alınmış. Bir zamanların zenginlik göstergesi olarak yapılan kulerden, ki 70 tane kadarmış, bugüne kalan sadece 14 kule ev... Her binanın altı, hediyelik eşya, restoran ve dondurmacı dükkanı
sanki… İç taraftaki sokaklarda biraz daha sıradan ev halleri görülüyor.
Pencereden asılmış çamaşırlar, panjurların ardından bakan yaşlı kadınlar…Bu
küçük kasabanın bile kaç harika meydanı var. Ama en büyüğü ve güzeli Palazzo
del Popolo. Meydanda soluklanmak ve tarihe tanıklık eden kaldırımların sesini dinlemek iyi geliyor. Dileyenler, meydanda yer alan müzeyi de gezebiliyor.
San Gimignano'dan
sonra Floransa öncesi son durağımız Pisa’ya geçiyoruz. Pisa, Galileo Galilei’nin doğum yeri. Floransa’nın batı tarafından bir saat uzakta.
Şehri bu şekilde ünlendiren hiç şüphesiz Campo del Miracoli’nin mimari
harikaları olan düz bir alan üzerindeki Duomo, Battistero ve Katedralin
yuvarlak Campanile’si, eğik kule… Mucizeler meydanı, gerçekten mucizelere sahne oluyor... Eğik bir kule, dünyanın dört bir yanından insanları kendine çekiyor.
Aslında kulenin yapıldığı zemin
suya doymuş kumdan olunca, kulenin eğilmesi kaçınılmaz olmuş. Bunu bir mucize olarak görmenin anlamı yok. Ama 12 yy. başlarında yapılan bir kulenin eğilerek de olsa ayakta durmayı başarması ve 21.yy'da dünyayı ayağına getirmesi bir mucize elbette... 20 yy.lın teknolojisi ve bilgi düzeyi ile, sağlam zemine yapılmış dimdik binaların, henüz yapımı üzerinden bir yy bile geçmeden, yaşanan bir yer sansıntısı ile nasıl yerle bir olduğunu gören bir ülkenin vatandaşı olarak bu tespitimde haksız sayılmam sanırım.
Her neyse... Eğim, kulenin inşası esnasında farkedilmiş ama bir şey yapılamamış. 1372’de
kule yapımı tamamlandığında eğiklik çok azmış. Ancak zamanla eğim o kadar artmış ki (akstan yaklaşık 5 metre kadar çıkmış) 1990’ların başında kule korumaya alınmış. Koruma çalışmaları sonrasında, eğimin makul bir seviyeye çekilmesi üzerine kule, 2001 yılında tekrar ziyarete açılmış. Eğimin durdurulduğu söylense de, hergün binlerce
insanın kuleye çıkmasına izin vermek bence gerçek bir çılgınlık…Ben hiç niyetlenmedim bile.
Her ne kadar Pisa'da tüm ilgi Mucizeler meydanına ve eğik Pisa Kulesine yönelmiş olsa da, Arno nehrinin kıyısında devam eden şehir yaşamı da görülmeye değer. Ama burada da Floransa rol çalıyor genelde. Nehrin kıyısında kurulu yaşamı, Floransa'da izlemek varken, genel olarak Pisa'da kimse bu tarafa yönelmiyor. Tercihi, biraz da burada geçirilecek zaman belirliyor.
Oldukça yoğun programlı, yorucu ama yorgunluğumuza değen, güzel bir gün geçirdik. Pisa
sonrası son bir gayret bindiğimiz otobüslerle Floransa’ya geliyoruz. Burada konaklayacağımız otelimiz, Golden Tulip Mirage http://www.goldentulipmirageflorence.com/default.aspx 'da güzel ve temiz bir konaklama olanağı sunuyor bize.
Akşam yemeği için bazıları Floransa merkeze iniyor. Ama biz öyle yorgunuz ki
yakınlarda bir yerlerde pizza yiyerek günü sonlandırıyor ve bir an önce
kendimizi yatağa atıyoruz. Yarın Floransa ile dolu bir gün geçireceğiz.
5.Gün (FLORANSA)
Floransa
gezimiz sabah 8:30’da başlıyor. Otobüsle
merkez istasyonuna gidiyoruz. Şehrin önemli yerlerinin tamamını
buradan yürüyerek görme imkanına sahibiz. Yerel rehberimiz Okan 10 yıldır
Floransa’da yaşıyor. Onunla buluşana kadar Aytekin Bey bizi Lorenzo
Meydanı’na götürüyor. Burada ve Cumhuriyet Meydanı yakınlarında küçük işporta
tezgahlarında uygun fiyatlı hediyelik eşya bulma imkanı var. Genel şehir turu
sonrasında gezmek üzere sadece yer öğreniyoruz şimdilik. Lorenzo Meydanı’nın
sonundan şehrin en büyük halini görüyoruz. Burası saat 14'te kapandığı için, tazecik meyvalara dayanamıyor kimse... Gün boyu elinde taşıma riskine rağmen çoğunluk birşeyler alıyor halden. Lezzetli şaraplar eşliğinde tüketilmiş olsa da, günlerdir yediğimiz pizza ve makarnalardan, herkesin içini kurumuş ne de olsa... Tatları bizimkiler kadar olmasa da, İtalya'da yediğimiz en lezzetli meyvalar bunlar üstelik.
Halden ayrılmayı başardığımızda, yerel
rehberimizle Duamo’da yani Floransa'nın katedralinde buluşuyoruz. Duamo, Floransa’nın Rönesans döneminde
yapılmış en önemli yapılarından biri. Arno Nehri -ki bu nehir Floransa’yı ikiye
bölen ve bir önceki gün Pisa'da da gördüğümüz nehirdir- üzerindeki en güzel köprülerden biri olan Vecchio köprüsünün de
mimarı olan Arnoldo di Cambio tarafından tasarlanmış. Yapımı yüzyıllar sürmüş.
Her döneme ait özgün bir durum kiliseye yansıtılmış. Ama yapıda en çok,
süslemeli dış cephe ve içerideki Flippo Brunelleski tarafından tasarlanmış
mimari harikası kubbe, dikkat çekiyor bence.
Kubbe,
Brunelleski tarafından Roma'daki Panteon’un
kubbesi esinlenerek yapılmış. Ama ondan daha görkemli olmuş. Floransa’nın tamamından
görülüyor neredeyse. Kubbenin iç tarafını süsleyen fresklerin yapımı da yıllar
sürmüş. Ama bu freskler, dünyada “Son yemeği” betimleyen en büyük resim özelliğini de
kazanmış. Duamo
dışındaki çan kulesi ve vaftizhane de aynı alan üzerinde konumlanmış. Çan
kulesine 414 basamak merdivenle çıkılabiliyormuş, ama biz şehri Michalengelo
tepesinden görmek istiyoruz. O kadar merdiveni hiç gözüm kesmiyor.
Vaftizhane,
kapıları hariç Dante’nin zamanındaki haliyle duruyormuş. Ama vaftizhaneye asıl
ününü, altın kaplama üç adet bronz kapı getirmiş. Bu kapılardan da en
etkileyicisi, Duamo’ya bakan doğu kapısı. Michalengelo bu kapıyı “Cennet
kapısı” olarak tanımlamış ve kapının adı öyle kalmış. Ama şimdi görülen
kapılar, orijinaline uygun kopyalar. Kapıların asılları Museo dell’Opera del
Duamo’da sergileniyor. Zamanın darlığından, müze gezmeye pek
niyetlenmiyorum. Müze önlerinde akıl almaz kuyruklar uzanıyor. Kısmet olur da
başka zaman gelirsem, müze gezileri o zamana artık.
Duamo’dan
aşağıya nehre doğru yürümeye devam ediyoruz. Şimdilik hedef “Senyörler
Meydanı”. Duamo’yu şehrin dinsel kalbi olarak kabul edersek, Senyörler
meydanını da sosyal ve siyasi kalp olarak anmak hiç de yanlış olmaz... Meydan adını, önünde
devasa Neptün Heykeli duran eski şehir yönetim merkezinden alıyor. Şehrin belediye meclisi halen bu binada (Palazzo Vecchio’da) toplanıyor... Bu binanın
girişinde Michalengelo’nun ünlü Davut heykeli tam 400 yıl boyunca durmuş. Ama
şimdi bizim gördüğümüz Davut heykeli, Academia Müzesi’nde duran aslının birebir
kopyası… Buranın yanında enine upuzun uzanan bina “Ufizzi Müzesi”. Burası da
Floransa’nın tüm diğer önemli mimari eserleri gibi Arnoldo di Cambio tarafından
yapılmış.
Senyörler
meydanı tam bir açık hava müzesi gibi. Tek orijinal eser, Medusa başını koparan
Perseus’un zarif heykeli. Perseus Yunan mitolojisinde önemli kahramanlardan biri.
Perseus’un büyükbabası Akrisos bir kahine gidip bir erkek çocuğunun olup
olmayacağını sormuş. Kahin ona kızı Danae’nin bir erkek çocuğunun olacağını ve
bu çocuğun onu öldüreceğini söylemiş. Korkuya kapılan ve kehanetin
gerçekleşmesinden korkan Akrisos, yeraltına bronzdan bir oda yaptırarak kızını
oraya hapsetmiş. Ama bu Zeus'u yıldırmamış. Zeus bir gün bronz odanın tavanındaki yarıktan altın damlası şeklinde
içeri sızmış ve genç kızla birlikte olmuş. Bu birleşmeden Perseus doğmuş. Perseus büyüdüğünde,
Athena tarafından Gorgolar’dan Medusa’yı öldürmekle görevlendirilmiş. Gorgolar,
boyunları ejderha pullarıyla korunan, yaban domuzu gibi dişleri olan, dişi
canavarlarmış. Bronz elleri ve altın kanatları varmış. Üstelik bakışları da o
kadar güçlüymüş ki, baktıkları her şeyi taşa çevirirlermiş. Athena ve Hermes, Perseus'a bu zor görevinde yardımcı olmuşlar. Perseus, Gorgoların (Stheno,
Euryale ve Medusa) yerine gitmiş, onları uyurken bulmuş. Bu üç kızkardeş arasında
yalnızca Medusa ölümlüymüş. Bu nedenle Perseus yalnızca onun başını kesip
götürebileceğini anlamış. Perseus'un kestiği Medusa’nın kafasından Pegasus (Kanatlı at)
çıkmış. Perseus, Medusa’nın başıyla Polydektesi taçlandırmış. Daha sonra
Medusa’nın başını Athena’ya teslim etmiş. Dönüş yolunda Andromeda’yla karşılaşmış
ve ona aşık olmuş. Bu güzel genç kızın annesi Kassiepeia, Nereus kızlarından
daha güzel olduğunu söylediği için Perseus’u kızdırmış. Deniz tanrısı da bu bölgeye bir deniz
canavarı musallat etmiş. Canavarı öldürmek koşuluyla kurban olarak sunulan genç
kızı kurtaran Perseus, daha sonra kızla evlenmiş ve Tiryns kralı olup mutlu bir
yaşam sürmüş.
Meydandaki
Perseus heykeli dışındaki tüm eserlerin asılları Floransa’nın muhtelif
müzelerinde sergileniyor. Davut heykeli, Sabin Kadınlarının Kaçırılması
heykeli, Herkül ve Kentaur heykeli gerçekten asıllarını aratmayacak güzellikte
kopyalar… Bir de bu heykeller Rönesans zamanının hareketli, duygulu eserlerine
gerçekten güzel örnekler.
Meydanın ortasında yer alan, mermerden yapılmış deniz tanrısı Neptün’ün heykeli, mermer atlar ve
etrafında deniz kızları ile erkek deniz tanrılarının bulunduğu Neptün havuzu da
görülmeye değer.Ammanati tarafından yapılan bu çeşmeyi gören Michalengelo
“Ammanati Ammanati yazık ettin güzelim mermer parçasına!” demiş olsa da, bence
meydandaki eserlerin çoğu gibi kopya olan bu heykeller de çok güzel. Eminim
asılları da bu yergiyi hak etmemiştir.
Senyörler
Meydanını, Uffici Galerisi’nin yanından geçerek terk ediyoruz. Uffici Galerisi,
bugün dünyanın en eski ve en ünlü sanat müzelerinden biri olsa da, geçmişte bir
saraymış aslında. Medici ailesinin yönetim merkezi olarak kullanılan ofislerden
oluşuyormuş. Müzeye girmek yine bir daha ki İtalya gezilerine erteleniyor ne
yazık ki. Müze önündeki kalabalıktan sıyrılıp, kendimizi bir anda Arno Irmağı
kenarında Vechio Köprüsü karşısında buluyoruz.
Köprüye
giden kaldırımın üstü kapalı tasarlanmış. Yazın -şimdi olduğu gibi- kavurucu
sıcaklarda güneşten, yağmurlu havalarda ise yağmurdan koruyan hoş bir yol bu
yol. 14. yy.da Arno nehri’nin en dar kısmında yapılan köprü ününü hak edecek
güzellikte. Köprü üzerinde çarşılar da buranın orijinalliğini artırıyor.
Dünyada üzerinde çarşı olan bu şekilde yapılmış dört köprü var. Dört köprüden
bir diğeri de İtalya’da, Venedik’teki Rialto köprüsü. Bir aksilik olmazsa onu
da göreceğiz.
Üçüncü
örnek ise Bursa’da bulunan Irganda köprüsü. Bizdeki örneği 1442 yılında
Irgandalı Ali’nin oğlu Hacı Müslihiddin tarafından inşa edilmiş. Kurtuluş
savaşı sırasında Yunan ordusu tarafından bombalanmış. 2004 yılında Osmangazi
Belediyesi tarafından yenilenerek kullanıma açılmış. Çarşı Köprülerin dünyadaki son örneği ise
Bulgaristan Lofça’daki Osma Köprüsü…
Turla
olan gezimiz bu noktada sona eriyor. Bundan sonrası bizim kendi başımıza
keşfedeceğimiz Floransa olacak. Bizim hedefimiz belli. Floransa’ya tepeden
bakmak istiyoruz. Köprüden geçerek Lungarno Torrigiani Caddesi üzerinde nehir
boyunca yürüyüp, Grazie Köprüsü’nün az ilerisinden otobüse binerek Michalengelo
Tepesi’ne çıkıyoruz. (Yukarı çıkarken 13 no.lu, aşağı inerken 12 no.lu otobüse
biniyoruz.) Buradan şehrin manzarası gerçekten çok güzel. Bana biraz
Budapeşte’yi anımsattı. İçinden su geçen tüm şehirlerin silueti benzer bir
güzellikte buluşuyor sanırım. Burada harika manzaraya karşı birer cappucino
içiyor ve şehri kaldığımız yerden gezmeye devam etmek üzere otobüsle aşağıya
iniyoruz.
Otobüsten,
Lungarno dele Grazie üzerinde inip, Santa Croce Meydanı’na gidiyoruz. Burası da
Rönesans Floransa’sının sosyal ve politik merkezi olmuş bir meydan. Zamanında
Medici tarafından burada mızrak dövüşleri sergilenirmiş. Bu alçakgönüllü
Floransa bölgesindeki en önemli eser, meydan ile aynı addaki Kilise. Kilise Toscana’da
doğmuş en ünlü kişilerin bazılarının son dinlenme yeri. Bunlardan en önemlisi
şüphesiz Michalengelo. Kilise içindeki lahid, Michalengelo’nun sanatta
ölümsüzleştiği üç alanı yani resim, heykel ve mimariyi simgeleyen figürler
içeriyor. Kilise de Dante’nin de boş bir lahdi var. Lahid boş, çünkü Dante
politik nedenlerle sürgün edilmiş ve naaşı öldüğü yer olan Ravenna’da gömülmüş.
Bu, ülkeler ve tarihler değişse de bazı insanların kaderlerinin benzerliğini
hissettirdi bana. Ama Dante bizim Nazım
Hikmet’imizden daha şanslı. Hiç olmazsa ülkesinin topraklarında yatıyor.
Üstelik boş lahdi affettirmek istercesine, Kilisenin girişinde kocaman bir
Dante heykeli yer alıyor. Kilise içinde lahdi bulunan diğer ünlü Toscanalılar
ise, politika kuramcısı ve tarihçi Machiavelli ve Sevil Berberi’nin bestecisi
Rossini ve Galileo Galilei…
Buradan
sonra Floransa’nın ara sokaklarına girip, tekrar Senyörler meydanı, Uffizi
Müzesi civarı ve Duamo arasında gezelemeye devam ediyoruz. İtalya gezimiz
boyunca ister istemez vazgeçilmezimiz haline gelen napoliten pizzalar ve
dondurmalar sonrası Senyörler Meydanında “Grey”
isimli bir pandomim sanatçısının gösterisine tanıklığımız da bizi ayrıca
mutlu ediyor. Gösteri sonrası dağıttığı karttan öğrendiğim ağ adresinden (www.teatrogrey.com) Grey’in oldukça başarılı bir pandomim santçısı olduğunu teyit ediyorum.
Gün
bizim için bitmek üzere…Balkabağına dönüşecek saatlere gelmesek de daha fazla
adım atacak halimiz kalmıyor. Yarın Venedik’e gitmek üzere saat 8:00’de otelden
ayrılacağımız düşünülürse, Floransa’ya veda etme zamanımız geldi demektir.
Sabah gezmeye başladığımız noktadan, Merkez İstasyonu’ndan bizi bekleyen
otobüsümüze binip, otele dönüyoruz. Yine yorucu ama çok güzel bir İtalya
günüydü yaşadığımız… Sona yaklaştıkça içim daralıyor nedense…
6. Gün (SİRMİONE - GARDA GÖLÜ - VERONA)
Saat
8:15’te ayrılıyoruz Floransa’dan. İtalya’nın biraz daha yukarı kısmına, Milano’dan
başlayan göller bölgesine doğru çıktıyoruz bugün. Alplerin eteğinde, Alpinlerin
yakınında İtalya’da üç büyük göl var. Como Gölü Milano yakınında, Garda gölü
Sirmione’de ve Lugano gölü İsviçre sınırında… Bizim güzergahımızdaki göl
“Garda”.
Yol
üzerinde ilk molamızı, Bolonya yakınlarında bir autogrilde veriyoruz. Bolonya
bizim İzmir gibi, kızlarıyla, bir de Bolonez soslarıyla ünlü bir İtalyan şehri. Bolonya kızları, evlerine
ve eşlerine düşkünlükleriyle tanınıyorlar.
Yolda
Po nehrinin üzerinden geçiyoruz. İtalya Po ve Arno nehirleri arasında kalmış
bir ülke. Doğal güzellikleri açısından aslında Türkiye’yi aratmıyor. Ama burası
bana, biraz daha çiçekli gibi geldi. Belki evlerin camlarından, tarlalardan,
bahçelerden renk renk fışkıran çiçekler bana bu hissi verdi. Ama renk cümbüşü
insanı gerçekten mutlu ediyor.
Sirmione,
Garda Gölü’ne yarımada şeklinde giren bizim Bodrum benzeri küçük bir kasaba…
Garda Gölü ise bizim Tuz Gölü’ne yakın büyüklükte. 940 km2 civarında. Ama gölün
rengi Kaputaş Plajı’ndaki denizin rengi gibi. Turkuaza çalan mavi-yeşil…Sanırım
tatlı su karışıyor bir yerlerden göle…Kasabanın içindeki termal oteller de
bence bunun kanıtı. Göl öylesine temiz ve berrak ki, balıklar, ördekler suyun
içinde ve üzerinde insanı suya çağırırcasına salınıyorlar. Göle girenler de
var. Kalenin iç bölgelerinde bazı bölgelere plaj yapmışlar.
Karşı
kıyılara giden küçük motorlar var. Özel 4-5 kişilik motor turları da yapılıyor.
Etraf öyle temiz ve şık ki… Evler, dükkanlar, oteller… Tam anlamıyla butik bir
kasaba burası. Her taraf çiçek dolu. Oteller bizim termal oteller gibi SPA
cenneti. Çarşısı oldukça zengin. Giyim mağazaları, hediyelik eşyacılar, yemek
içmek üzerine yerler gırla… Kırtasiyesi bile var. Kendime kedili bir kitap
ayracı alıyorum dayanamayıp. Burası bana biraz Dalyan, biraz İznik, biraz
Termal karışımı bir yer hissi verdi. İtalya’nın o gotik binaları sonrasında
böylesine sade, renkli bir güzellikle karşılaşmak çok hoş oldu. Garda Gölü ile
ilgili bir küçük not daha…
İtalyan
bilim adamları, Garda Gölü kıyısındaki küçük Limone Sul Garda kasabasında bir
grup insanın hiç kalp krizi geçirmediğini belirlemiş ve bunun nedenlerini
araştırmaya başlamışlar. Bu insanların kalp krizi ile hiç karşılaşmamalarının
sebebi 200 yıl öncesine kadar giden bir genetik mutasyondan kaynaklanıyormuş.
Kasabalıların atalarından Giovanni Pomaroli’den başlayan bu mutasyon sonucu, bu
insanların bünyesi bir protein salgılıyor ve bu protein, kalp damarlarındaki
yağı sürekli olarak temizliyormuş. 80’lerden beri söylence olarak bilinen
durum, kasabalıların en büyük ihraç maddesinin kan bağışı olmasına neden olmuş.
Doktorlar muayene ettikleri kasabalıların 44 tanesinin bu gen mutasyonunu
taşıdığını belirlemiş. Bilim adamları, bugünlerde ApoA1 Milano adlı proteini
sentetik ilaç olarak geliştirmeye çalışıyormuş. Umarım bir an önce olur…
Sirmione’de
iki saat gezdikten sonra, Verona’ya yöneliyoruz. Verona geçmişte askeri hastane
olarak kullanılan bir yerleşim yeri. Dünyanın 3. Büyük arenası burada.
Birincisi Roma’daki Colessium. İkincisi ise Tunus’ta. Arenanın önünde, Belediye
binası ile arena arasında büyük bir meydan var. Yarın akşam burada çok büyük
bir klasik müzik konseri olacakmış. Şimdiden sahne ve oturma yerleri
hazırlanmaya başlanmış. Bu seferki gösteriyi de kıl payı kaçırıyoruz yani.
Ama
Verona’yı turistler için ilginç kılan şey, sadece bu arena değil… Burayı bu şekilde
turistle dolduran bir diğer unsur, Shakespeare’in ölümsüz eserinin kahramanları
Romeo ve Juliet’in gerçekten bu şehirde yaşamış olması ve şehrin surlarının bu
oyunun baş sahneleri olması elbette… Juliet’in evi, aşıklar için bir tapınak
haline getirilmiş neredeyse. Evin avlusundaki duvarlar dünyanın dört bir
yanından gelen aşıkların isimleri ile dolu. Acaba kaçının aşkı hala devam
ediyor? Avluya Juliet’in bir heykelini yapmışlar. Bu heykel oyunun son
sahnesinde Romeo’nun babası Mantague’nin, Juliet’in babası Capulet’e söylediği
sözlerde bahsi geçen heykel mi bilmiyorum ama Mantague şöyle söylüyor oyun
biterken;
“Ama fazlasını verebilirim ben sana!
Kızının
heykelini dikeceğim som altından,
Verona bu adla bilindiği sürece,
Daha üstün bir heykel dikilmeyecek
Vefalı sadık Juliet’inkinden.”
Bahçedeki Juliet heykeli
muhtemelen som altından değil ama kadıncağızın göğsü mıncıklanmaktan sararmış.
Altın gibi parlıyor gerçekten. Mantague eğer gelininin bu şekilde taciz
edileceğini bilse, yine de o heykeli diktirir miydi acaba? Capuletlerin 13.
Yüzyılda yaşadığı evin içine de giriliyor ama avlu öyle kalabalık ki kendimi
bir an önce dışarı atmak istiyorum.
Buraya çok yakın bir mesafede Romeo’nun da evi
varmış. Ama nedense Mantague’lerin evi herhangi bir yenilenme görmediği için
ziyaretçi giremiyor. Juliet’in evinden Piazza dele Erbe’ye çıkıyoruz. Burası
Verona’nın 13. Yüzyıldan kalan bir çok binasını görebileceğimiz bir meydan. Bir
tarafta 83 metre yüksekliği ile Verona’nın en yüksek kulesi Lamberti görülüyor.
Meydanın kuleye yakın tarafında; Madonna Verona çeşmesi yer alıyor. Çeşmenin
arkasında Verona’nın az sayıda Barok dönem mimari eserinden biri olan Mafei
binası görülüyor. Binanın çatısında altı pagan tanrısının heykeli var. Bunlar
Jupiter, Merkur, Venüs, Apollo, Herkül ve Minerva. Meydanda işportacı gibi
hediyelik eşya ve meyve satıcıları var. Meydandan çıkıp ara sokaklara
dalıyoruz.
Verona’nın çarşısı da oldukça güzel. Erbe meydanı ile
kesişen Guiseppe Mazzini Caddesi oldukça şık butiklerle dolu. Görebildiğim
kadarıyla Verona, biraz emekli aristokratların yaşadığı şehir. Sokaklarda daha
çok şık yaşlılar dolaşıyor. Aytekin Bey’in tavsiyesi üzerine Erbe meydanından
yine Arena’nın olduğu Barbieri Meydanı’na çıkıyoruz. Bu meydana bakan
sokaklardan birinin köşesinde yer alan uluslar arası eczanenin yakınında
“Savalo Dondurmacısı”ndan bisküvi arası acıbademli dondurma yiyoruz. Bisküvi
dondurma külahından, dondurma ise bizim Maraş dondurmasından biraz daha yumuşak.
Hoş bir lezzet.
Saat 17:00’de ayrılıyoruz Verona’dan. Venedik
yakınlarındaki anakarada yer alan Mestre’deki otelimize (www.noventahotel.it) kadar 1,5-2 saatlik yolumuz var. Yolda
birkaç tır ve otobüsün birbirine girdiği büyükçe bir kaza olmuş. Bu yüzden
yolumuzu değiştirmek zorunda kalıyoruz. Eğer bu değişikliği yapmasaydık,
yemeğimizi yoldaki lokantalardan birinde yiyecektik, ama otele kadar bir yerde
mola verme imkanımız olmuyor yeni güzergahımızda. Aslında iyi de oluyor. Çünkü
akşam yemeği için Mestre’nin merkezine gitmek zorunda kalıyoruz. Burada başka
bir otelin restoranında makarna, salata, tavuk ve dondurmadan oluşan oldukça
zengin bir menü ile doyuruyoruz karnımızı.
Yarın Venedik, Murano ve Burano gezimiz olacak.
İtalya’daki son günümüze birçok güzellik sığdırılacak. Dönmek zamanı yaklaşıyor
artık…
7. Gün (BURANO - MURANO - VENEDİK)
Bugün İtalya’daki son günümüz. Zamanı en iyi şekilde
değerlendireceğiz. Yapılacak çok işimiz var. İlk olarak otelden otobüse
biniyoruz. Burano ve Murano adalarına, oradan da Venedik’e geçmek üzere motora
biniyoruz. Motorumuz Venedik’teki deniz otobüsü sayılabilecek Vaperettolardan
daha küçük. Ama bizim tura yetecek büyüklükte.
İlk olarak dantelleriyle ünlü bir balıkçı köyü olan Burano adasına
gidiyoruz. Adanın ünü her ne kadar danteller dolayısıyla yayılsa da, gökkuşağını kıskandıracak güzellikteki renkli evleri bence daha çok akılda kalıyor. Yerleşim yeri küçük kanallar üzerinde, çok sayıda köprü ile
bağlantı sağlanıyor. Evlerin bu şekilde rengarenk olmasının sebebi,
balıkçılarının sarhoşken evlerini rahat bulmalarını sağlamakmış. Bilmiyorum
gerçekten işe yarıyor mu ama, kasabanın görüntüsü oldukça keyifli hale
gelmiş bu sayede. Yanyana aynı renkte ev göremiyoruz. Hatta belki bir renkten sadece tek bir ev bile olabilir. Mavinin, yeşilin, sarının, kırmızının, pembenin, morun envai tonunda kutu gibi evler. Sanki legokent gibi... Yaklaşık iki saat boyunca gezmeye doyamadan dolaşıyoruz
Burano sokaklarında. Evler, öyle çok bakımlı değil. Belki de nem nedeniyle kolay yıpranıyorlar. Ama neredeyse her evin kapısında, balkonunda, penceresinde ya da duvarına asılmış bir kancada sarkan sardunyalar, begonviller, bu küçük legokenti çok daha güzel, unutulmaz kılıyor. Bu arada, adadaki dükkanlarda ya da tezgahlarda gördüğümüz dantellerin güzelleri çok pahalı, uygun fiyatlı olanları ise Çin malı... Sadece bakmakla yetiniyoruz.
Turdakilerle buluşma saatimiz gelince bu kez cam
işleriyle ünlü Murano adasına geçiyoruz. Ama Murano gezimiz motorla yanaştığımız
cam fabrikası ile sınırlı kalıyor. Fabrikada cam işlerinin nasıl yapıldığına
dair küçük bir şov izliyoruz. Cam ustası gözlerimizin önünde, bir kaç dakikada harika bir at figürü yapıyor. Oldukça kısa bir alış-veriş molası sonrasında da
adadan ayrılıp, Venedik’e geçiyoruz. Bu teleşamızın sebebi, Venedik’teki Gondol
randevumuzu kaçırmamak. Çünkü gondolla gezmek için sırada bekleyen o kadar çok
turist var ki, biz zamanında orada olamazsak, yerimize gondol sefası yapacak
birileri mutlaka bulunacaktır. Murano adasında, cam işlerinden başka Venedik'te göremeyeceğimiz başka bir şey var mı açıkcası bilemiyorum. Öğrenmek için bir daha gelmek şart oluyor.
Neyse ki Murano'yu çabucak terketme telaşımız boşa gitmiyor.Venedik'teki 13:15’teki gondol
turuna koşarak da olsa yetişiyoruz.Altışar kişilik gruplar halinde biniyoruz gondollara. Büyük kanal turu yapıyoruz.
Gerçek bir yetenek gondolcularınki. Tek bir kürek hareketi ile koca gondolu, o
daracık kanallardan geçirebilmek, ileri, sağa-sola ve geri hareket ettirebilmek
bence tam bir yetenek işi. Gondolda ayağa kalkmak ya da gondol kenarına tutunmak, güvenlik nedeni ile yasak.
Sudan sokakları olan bir şehir sanki Venedik. Evlerin pencereleri, balkonları, kapıları kanallara açılıyor. Bazı evlerin önünde bekleyen gondollar var, tıpkı şehirlerde alışkın olduğumuz araba parkı gibi bir şey bu Venedik'te. Gondolla gezerken, fotoğraf çekmek istemiyorum. O keyfi doya doya yaşayabilmek için tüm benliğimle kendimi manzaraya bırakıyorum. Nasıl olsa, şehri karadan gezme fırsaım olacak. Köprüler, sokaklar arasına saklanmış Venedik o zaman keşfedilebilir. Bu belki de gezinin en keyifli anları. Ben de bu anların hakkını veriyorum kendimce.
1576 yılındaki büyük veba salgınına kadar, şehirdeki gondollar, tıpkı Burano adasının evleri gibi rengarenkmiş. Ama salgın sonrası insanların yaşam renkeleri kararınca, gondollar da siyaha boyanmış. O günlerden sonra da bir daha renklendirilmemiş...Gondol gezisi sona erip de, sıra Venedik'i karadan tanımaya gelince, ilk kez haritamı çıkarmıyorum çantadan. Sokak sokak, köprü köprü
gezerek, daracık sokaklarda kaybolmayı deniyoruz.
Sokaklardaki mask ve cam eşya dükkanlarının haddi hesabı yok. Ama her birinde farklı güzellikte ürünler sergileniyor. Mask ve Venedik ayrılmaz bir ikili aslında zihinlerde. Şubat ayında yapılan karnavalda, masklarla süslenen yüzler, şehri dünyanın merkezi yapıyor adeta. Mask takan kişi, kimliğini saklamayı ve günlük yaşamın kurallarından, rollerinden kurtulmayı başarıyor. Sosyal sınıflar arasındaki fark da böylelikle unutuluyor. Bu masklar, belki de insanların asıl yüzlerini ortaya çıkarıyor. Herkes nasıl yaşamak, kim olmak istiyorsa, karnaval süresince bunu gerçeğe dönüştürebiliyor. Sonra da yüzlerindeki süslü maskeyi çıkarıp, mutlu insan rolü yapan kalıcı maskeleri ile ruhsuz yaşamlarına geri dönüyor...
Kalabalıkla sürüklendiğimiz sokaklardan birinin sonunda Büyük kanal üzerindeki en eski köprülerden biri olan Rialto Köprüsü'ne varıyoruz. Bir zamanlar ahşap olan ve 1500'lerin sonlarında şimdiki haliyle yenilenen bu köprü, sadece iki yakayı birbirine bağlamakla kalmıyor. Burası da Floransa'daki Vechio Köprüsü gibi, üzerindeki dükkanlar sayesinde turitlerin en fazla alış-veriş yaptığı yer haline gelmiş. Ama bu kalabalık arasından fotoğraf için bir yer bulduğumda gördüğüm Venedik, hayallerimdeki gibi... Neredeyse 4 km. uzunluğundaki Büyük Kanal'ın görebildiğim kısmı gondollar, vaperottolarla dolu...Kanal boyunca sıralanan binalardan kimilerinin geçmişi 13. yy.la kadar gidiyor. O zamanlardaki zenginlerin zevklerini yansıtan kimi barok kimi gotik tarzda inşa edilmiş bu saraylar olmadan, kanal bu kadar güzel olur muydu bilemiyorum... Kıyıdaki lokantaları karınlarıyla beraber, gözlerini de doyurmak isteyen dünya insanları doldurmuş... Kanal üzerindeki hareketlilik, bir film şeridi gibi saatlerce seyredilebilir belki... Ama aynı görüntüyü içine çekmek isteyen turistlerin arkamdan gelen homurtularına daha fazla kayıtsız kalamadığım için ayrılıyorum oradan.
Kanalın karşı tarafında, Nedim Gürsel'in ifadesiyle şemsiye bile açılamayan daracık sokaklardan, dört adımda bitiveren küçücük köprülerden geçiyorum. Suya gölgelenen evlerin arasında ve kanalların ardına saklanmış küçücük meydanlarda kayboluyorum. Kalbim ve ruhum biraz daha zaman geçirmek istese de buralarda, daralan zamanı da dikkate alarak geri dönüyorum. Büyük Kanalın başladığı San Marco meydanı'na doğru gitmeye çalışıyorum. Harita hala çantamda. Evlerin duvarlarındaki yönlendirme tabelaları yardımcı oluyor yönümü bulmama...
San Marco Meydanı, ilk kurulduğunda pazar yeri olarak kullanılmış. Ama pazar yeri olarak kullanmanın bu güzelim meydanı çok kirlettiğini farkettiklerinde vazgeçilmiş bu uygulamadan. Şimdilerde ise, şık cafelerin, mağazaların, galerilerin adresi... Meydan belki de Venedik'in en alçak alanı olduğu için, sular yükseldiğinde ilk su altında kalan bölge burası oluyor. O yüzden etrafta böyle bir durumda suyun içine girmeden yürüme imkanı veren zemin yükseltme platformları göze çarpıyor. Bir de akla hayale gelmeyecek çoklukta güvercinler... Ağacın, hatta doğru dürüst toprağın olmadığı bu alanda, güvercinlerin kendilerine nasıl bir yaşam alanı sağladıklarını bilemiyorum. Ama turistlerle oldukça sıkı fıkı olmuşlar.
Meydandaki
kafelerde günün her saati yükselen canlı klasik müzik ezgilerinin,
buraya verdiği hava da bir başka oluyor şüphesiz. Melodiler tüm meydanı doldururken, kıyıya yöneldiğimde Küçük Meydan olarak bilinen alanın etrafında gördüğüm yapılar San Marco Kütüphanesi, Dükler Sarayı, Çan Kulesi, Saat Kulesi ve San Marco Kilisesi...
Pembe Verona mermerinden gotik usulde yapılan Dükler Sarayı, Venedik dükalarının ikametgahı ve yönetim merkezi imiş. Bu Sarayın karşısında yer alan, San Marco Kütüphanesinin mimarisi de etkileyici. Ama içeride yer alan nadir eserler, dışarıda görülen bu güzellikten daha etkileyici imiş. Kütüphanenin çaprazına doğru konumlanan, Venedik'in yaşadığı kültür karmasının güzel bir yansıması olarak, Bizans, Gotik, İslam ve Rönesans mimari unsurları ile bezenmiş San Marco Kilisesi, kapısında şaha kalkmış haldeki "Mahşerin Dört Atlısı"nın replikası ile de dikkat çekiyor. 1200'lü yılların başında yapılan Haçlı seferlerinden birine katılan Venediklilerin, İstanbul'u yağmalayarak, buraya getirdikleri Doğu-Batı Roma İmparatorluklarının birliğini sembolize eden heykellerin asılları, kilise müzesinde... Kilisenin ardındaki saat kulesinin tepesinde, her saat çalan çanı döven biri yaşlı diğeri genç adam, zamanın nasıl durmadan aktığını da, meydanda toplanan dünyanın dört bucağından gelmiş insanlara bıkmadan anımsatıyor...
Meydanın kıyısında yükselen iki sütun da bu arada gözden kaçmıyor elbette. Sütunlardan birinin tepesinde San Marco'dan önce şehrin kurucusu olan Bizans kraliçesi Thedora'nın heykeli, diğerinde ise Venedik'in sembolü bronz aslan yer alıyor. Bir zamanlar aralarına kurulan idam sehbalarında insanların öldürüldüğü bu iki sütun arasından geçerek ulaşılan kıyıda ise, Venedikte yaşamın en güzel sembolü olan gondollar, gondollar, gondollar var.
Venedik'te de gün gondolların, maskelerin, sardunyaların, meydanların ve köprülerin arasından, suyun karanlığına karışmak üzere. Mestre'ye dönmek üzere bizi buraya getiren tekneye doğru giderken sol taraftaki kanallardan birinin arasında görülen Ahlar köprüsüne bakarak, ben de Ah çekiyorum.
"Ah, İtalya ah!" diyorum."Kimbilir bir daha ne zaman görürüm seni. Bir daha ki görüşmemize kadar, aynen şimdi olduğu gibi koru kendini... Tarihini bilmez kötü insanlardan, doğanın acımasızlığından... Ah, koru kendini, koru, koru..."
Not: Yaptıkları bu güzel İtalya turu ile, gezi anılarıma kattıkları unutulmaz her an için, Tempotur'a (www.tempotur.com) sonsuz teşekkürlerimle.
Yorumlar
Yorum Gönder