AŞK'a Yolculuk


Rengarenk zakkumlar, sardunyalar, begonviller… Pencerelerden, balkonlardan uçuşan çamaşırlar… Mavi, yeşil, kırmızı panjurlar… Eski ama yaşayan, güzel evler… Yemyeşil yollar… Sardunyalar, manolyalar, lavantalar… Ağaç gövdesine, havuzun serinliğine sığınmış meydanlar… Sokaklarda kopyaları, müzelerde asılları sergilenen heykeller… Taşla bezeli, çiçek döşeli, umut gizli, özgürlük hasreti dolu, ferforje parmaklıklı köprüler… Zakkumlar, begonviller, aşk merdivenleri… Şehirleri bölen nehirler, şehirleri yok eden dağlar… Kuleleri eğik, sokakları dar şehirler… Maskeler, maskeli insanlar… Vespa’lı güzel kadınlar, yakışıklı erkekler… Cama can verenler… Sardunyalar, zakkumlar…

Birkaç sözcükle anlatılmaya çalışıldığında benim aklımda kalan İtalya bundan ibaret. Ama 2008 yılında yaptığım ilk İtalya gezisini anımsamak için aldığım notlarda daha fazlası var. İtalya bir kereliğine gidilecek ve tanınacak bir ülke değil bence… Trevi çeşmesine atılan bozuk paralarla ilgili söylenceler doğru değilse bile, bu topraklar ziyaretçilerinde bağımlılık yapacak güzellikte. Bir giden bir daha gitmek istiyor ve her gidişte farklı bir İtalya görülebiliyor. Tıpkı İstanbul gibi, İtalya’nın tamamı da gezginlerin oraya geliş sebeplerine göre farklı güzelliklerini ortaya çıkaracak gizli bir güce sahip… Benden söylemesi. Gitmeyi hayal etmek, gitmek demektir. 

1. Gün (ROMA)

Yaklaşık iki buçuk saatlik bir uçak yolculuğu sonrası ulaştık AŞK’a. İtalya’ya ilk adımı Roma’dan atmak, belki de bu yüzden güzel. Roma, Amor… Uslanmaz bir romantikseniz, şehrin adında saklı Latince-Türkçe karışımı sözcük oyunu sizi gezi boyunca oyalayabilir. Baktığınız her yerde, sokaklarda, meydanlarda, çeşmelerde, tarihi eserlerde, hatta kiliselerde bile AŞK’ı görebilirsiniz. Bu şehrin sevgi ürünü olmadığını söylemek mümkün değil.

İtalya ile aramızda bir saatlik bir zaman farkı var. Uçağımız Roma’nın 30 km. güneybatısında, Tiran denizi kıyısındaki büyük bir balıkçı kasabası olan Fiumicino’daki “Leonardo da Vinci” havaalanına iniyor. Burası bizim Esenboğa ya da Atatürk havalimanına benzer bir yapıya sahip. Mevsim sebebiyle mi yoksa her zaman mı böyle bilemiyorum ama oldukça da kalabalık. Konuşulan dillerin, kılık kıyafetin farklılığına bakılırsa, dünyanın bir çok yerinden insan geliyor Roma’ya… Aşk’ı arayanlar ya da bulanlar için ortak bir kavuşma noktası bu şehir.

Havaalanından Temrini’ye yani tren istasyonuna kadar, her yarım saatte bir kalkan trenler var. Ama bavulları aldıktan sonra bizi, turun ayarladığı bir otobüs karşılıyor. Bir de yaklaşık 9 yıldır Roma’da yaşayan güzel insan Burcu… Burcu İstanbul’lu. İstanbul Üniversitesi'nde İtalyan dili okumuş. Sonra moda eğitimi almak için Roma’ya gelmiş. Burada kalmayı kafaya koyunca, mütercim tercümanlığa yönelmiş. Şehrin bir kısmını onunla birlikte geziyoruz.

Havaalanından ayrılır ayrılmaz ilk hedefimiz “Vatikan” olarak belirleniyor. Şehre giden yol boyunca beyaz ve pembe zakkumlar çekiyor dikkatimi. Bir de şehre yaklaştıkça artan ağaçlar… Genel görünüm ilk bakışta Türkiye hissi veriyor insana. Güzel olduğu kadar bakımsız bir şehir burası. Daracık sokaklarda evler, etrafa dağılmış çöp öbekleri, balkonlarda asılı rüzgara karşı savrulan çamaşırlar, korna sesleri… Ortak iklimin, ortak bir tarihin, birbirine yakın karakterdeki insanların yaşadığı bu uzak şehirde, kendimi diğer Avrupa ülkelerinde olmadığı kadar evimde hissediyorum.

Roma ve İstanbul, Bizans İmparatorluğu’nun iki büyük şehri. Her iki şehrin tarihten uzak bellekler için ilk göze çarpan benzerliği, Babil’den beri mitolojide ve dinlerin hepsinde kutsal sayılan yedi sayısının kentsel vurgusu sayılabilecek şekilde, şehirlerin yedi tepe üzerinde kurulmuş olması. Roma’nın tepeleri şunlar: Aventinus, Carlius, Capitolinus, Esquilinus, Palatinus, Quarinalis ve Vimilanis. Tepeler tıpkı İstanbul gibi, o dönem İmparatorluğun yaşam alanlarına ev sahipliği yapmış.

Vatikan bu yedi tepe dışında yer alıyor. Dünyanın en küçük ve kapalı devletine gidebilmek için havaalanı yolunda “Aurelia” sapağına sapıyoruz. Etrafta görebildiğim evler çok yüksek değil. Benzer, düz mimarileri var. Ancak balkonlar görülmeye değer. Tüm binaların olmasa da, büyük bir kısmının balkonları rengarenk çiçeklerle donatılmış, güzel ve küçük cennetler yaratılmış.

Yol boyunca ve gün içinde gezerken en çok dikkati çeken şey de, şehirde “Vespa”ların hakimiyetinin fazla olduğu. Her tarafta motor parkları var. Araba kullananların tercihi ise Micra ve Smart marka arabalar. Pazar günü olması nedeniyle bir çok yol araçlara kapalı, ama açık yerlerde trafik düzgün akıyor. Araçların nispeten azlığından olsa gerek. Yoksa İtalyanların trafik keşmekeşinin bizimkinden farksız olduğunu izlediğim filmlerden ya da gelen elmeklerden biliyorum. Bugün Romalılar, insanı çıldırtan seviyedeki nemli sıcaktan kurtulmak için Tiran denizine gitmişler. Uçak alçalırken, Fiumicino sahilinde gözüme takılan kalabalık, sıcaktan kaçan bu Romalılara aitmiş demek ki. 


Vatikan civarı bomboş. Ama San Pietro Bazilikası’na yaklaştıkça, bunun içeride yapılan ayinin etkisiyle olduğunu anlıyorum. Sanki bütün Roma şu saatlerde Vatikan’da toplanmış gibi. Papa dışarıdan gelen bir misafiri sebebiyle, Pazar ayinine katılıyor. Bu görüntüler de San Pietro meydanına yerleştirilen dev ekranlarla dışarıda bekleyen kalabalığa yansıtılıyor. Bernini 1656-67 yılları arasında bu meydanı yaparken dünyanın en heyecan verici alanlarından birini tasarlamış. Meydan etrafındaki sıra sıra sütunlar, Roma’yı ve bütün dünyayı kucaklamak ve hacıları kilisenin bağrına çekmek için tasarlanmış. Meydanı çevreleyen sütunlar gerçekten çok büyükler. 284 traverten sütunun tepelerinde azizlerin 140 heykeli yer alıyor. Elipsin ortasında burada da bir dikilitaş var. Bu taşı İS 37 yılında Caligula, Mısır’dan getirmiş. Yüksekliği 25 metre olan dikilitaşın, İstanbul’daki, Paris’teki ve Washington’daki benzerlerinden farkı yok.



San Pietro Bazilikası, İS 67 yılında şehit edilen Havari Petrus’un mezar yeri olduğu düşünülen yere yapılmış. Tarihin çeşitli zamanlarında şehre yönelik tahribatlar yaşanmış. Ancak 1378’den sonra, Vatikan’ın Papa’nın ikamet merkezi olmasıyla şehrin önemi artmış. 1929 yılında Mussolini ile imzalanan bir anlaşma ile Vatikan, İtalya’dan bağımsız bir devlet olmuş. Bu anlaşma ile ülkenin resmi dininin Katolik dini olduğu ve Roma’nın kutsal bir şehir olduğu ilan edilmiş. O tarihten itibaren de Vatikan’da mutlak bir monarşiye dayalı bir yönetim uygulanmakta. Papa, hem devlet başkanı hem de Katolik mezhebinin ruhani lideri. Yasama, yürütme ve yargının da başkanı Papa…
 
Vatikan, 1506 yılından beri İsviçreli muhafızların oluşturduğu 100 kişilik bir birlik tarafından korunuyor. Muhafızlar, birliğin kurulduğu ilk yıllardan beri Michalengelo tarafından tasarlanan kıyafetleri giyiyorlar. San Pietro meydanına girmeden önce gördüğüm, tüylü çelik şapkalı, turuncu, kırmızı, lacivert çizgili elbiseleriyle İsviçreli muhafızlar oldukça dikkat çekici. 


Vatikan’da da geçerli para birimi Avro ama bu avro bizim kullandıklarımıza benzemiyor. Vatikan’daki 1 Avro, Avrupa’nın geri kalanında 100 Avro’ya bedel. Burada her şey kutsal ve kutsanmış olduğu için sanırım, paha biçilmez fiyatlar söz konusu…

Pazar ayini saat 12 civarında bitince, meydanı dolduran kalabalık da yavaş yavaş dağılıyor. Kimi bizim gibi, müzeleri gezebilmek için sıraya giriyor. Ama müze girişlerinin saat 13’te başlayacağını öğrenince, o sıcağın altında beklemenin anlamsız olduğunu düşünüyor ve Salı günü, Vatikan bugüne göre biraz daha sakinken gelip, müzeleri gezmeye karar veriyoruz. 

 
Vatikan’dan ayrılıp, Roma’yı ikiye bölen Tiber nehrini aşıp, Collesseum’a yöneliyoruz. Burası Roma’yı en iyi anlatan yer… Roma’da yaşamış büyük uygarlığın ihtişamını sergileyen bu eser, İS 72-80 yılları arasında köleler ve mahkumlar tarafından inşa edilmiş. Dört kademeli, elips biçimindeki anfitiyatro, 50.000 izleyiciyi alabilecek kapasitede. Bugün yaptığımız tur, şehri genel hatlarıyla tanımaya yönelik olduğu için Collesseum’un içini gezmiyoruz. İnsan binayı bu haliyle bile olsa görünce, eski bir anglo-sakson kehanetinin doğruluğuna inanası geliyor. Kehanet şöyle diyor: “Collesseum ayakta kaldıkça Roma’da yaşayacak, Collesseum yıkıldığında Roma da yıkılacak ve Roma yıkıldığında dünya da yıkılacak.” Binanın dış görüntüsü, dünyanın sonunun, çok büyük bir felaket olmadıkça, hiç de yakın olmadığını söylermişçesine heybetli duruyor.

Collesseum’un hemen karşısında, Costantinus Takı yer alıyor. Tak, Costantinus’un Sax Ruba’da rakibi Maxentius’a karşı kazandığı zaferin anısını yaşatıyor. Burada daha fazla oyalanmadan Roma Forumuna doğru yürüyoruz. Bulunduğumuz bölge eski Roma’nın kalbi. Her taraftan tarih fışkırıyor. Bu antik kalıntıların şimdiki zamana yansıyan ihtişamı, yıllar önceki hallerini hayal ettiğinde bile insanın tüylerini diken diken ediyor. Geçmiş zamanda bu topraklarda yaşayan Roma’lılar, şimdiki zamanın ışıl ışıl Amerika’sında yaşıyor gibiymiş sanırım. Sıcak ve uykusuzluk öyle bir bastırıyor ki, geçmişin izlerini daha fazla sürebilmek imkansız oluyor benim için. Ancak bugün için görülmesi gereken birkaç yer daha var.  
 

Capitalino tepesine çıkıyoruz. Michelangelo tarafından düzenlenmiş çok güzel bir meydanda buluyoruz kendimizi. Ortadaki yıldız saati ve Marcus Aurelius’un sanki canlıymış gibi duran heykeli burayı daha da güzelleştiriyor. Etraftaki binalar, Palazzo di Conservatolo ve Palazzo Nuovo sarayları, bugün müze olarak kullanılıyor. Buradan Piazza Venezia’daki Vittorio Emanuela Anıtı’na gidiyoruz. Anıt göz kamaştırıcı bir şekilde beyaz mermerden yapılmış. Bu yüzden “Roma’nın takma dişleri” ya da “Düğün Pastası” gibi alaycı tanımlamalara maruz kalmış. Ama bence alay edilemeyecek güzellikte. Bergama’daki Zeus Sunağı’ndan esinlenerek yapılmış. Beğenimin asıl sebebi, Roma’nın hala bu muhteşem yapıya ilk günkü ihtişamına yaraşır şekilde sahip çıkması olabilir. Biz Bergama’da Zeus sunağını hayal ederek gezerken, Romalılar ondan esinlenmiş Vittorio EmanueleAnıtı’nı şehrin merkezi yapıyorlar. Kader… Karşıda Palazzo Venezzia var. İkinci Dünya Savaşı’nda Mussoli’nin meydanda toplanan halka seslendiği, çalışma ofisinin bulunduğu bina, bugün müze olarak gezilebiliyor.
 

Buradan kalan son enerjilerimizle Trevi çeşmesine yürüyoruz. Çeşmenin bulunduğu meydan, bu çeşmeye göre oldukça küçük kalıyor aslında. Poli Sarayının bir duvarına inşa adilen bu devasa çeşme gerçekten çok güzel. Ama neden bu kadar küçük bir meydana, bu kadar gösterişli bir çeşme yapıldığını anlamak güç. Üç yol ağzında olduğu için Trevi çeşmesi olarak adlandırılan bu çeşmeyi, “Aşk çeşmesi” olarak anan tek millet biziz herhalde. Bunda, burada çevrilmiş Audrey Hepburn ve Gregory Peck'in oynadığı 1953 yapımı romantik film "Roma Tatili"nin etkisi yadsınamaz. Ama burası Roma...Çeşmesi, sokağı, meydanı… her tarafı “Aşk” tadında. Çeşmeye arkamızı dönüp, bozuk paraları atıyoruz suya… Denk geldi mi bilmiyorum ama dileğim belli… Bir daha buralara gelmeyi arzuluyorum.


Elimizde meydandan aldığımız ilk Roma dondurmalarının verdiği enerji ile İspanyol merdivenlerine doğru yürüyoruz. İspanyol merdivenleri bizim gibi yorgun turistlerle dolu. Merdiven, adeta bir seyir terası olmuş. Kim yerli kim yabancı ayırt etmek güç ama, insanlar merdivenlerin önünden akan gösterişli Roma hayatını izlemekten keyif alıyor gibi. Yorgun günü burada noktalamak güzel oldu. Bedenleri uykuya salmadan önce, İtalya’da olduğunu hissettirecek en güzel noktalardan biri İspanyol merdivenleri. Etraftaki kalabalığı izlerken bile dinleniyor insan. Ama otele gitme vakti geldi de geçti bile. Yarın daha güzel heyecanları yaşamak için dinç olmamız gerek.

2. Gün ( POMPEİ - NAPOLİ)

Sabah 5 gibi otel odasının önünden geçen tramvayın sesine uyandım. Hayat Roma’da oldukça erken başlıyor. Oysa rehberimiz Aytekin Bey, İtalyanların iş ve çalışma konusunda oldukça rahat olduklarını söylemişti. Mesai 9:30 gibi başlayıp, 13:00 gibi sonlanıyormuş buralarda. “Güzel hayat” gerçekten. Bu şekilde çalışsam ben de daha keyifli biri olurdum şüphesiz. Sabahın köründe, gün daha yeni ışımışken yollara düşen bu insanların kim olduğunu merak ettim doğrusu. Resmi işlerde çalışanlar olabilirmiş. Bizim için gün zaten erken başlayacak. Sabah 7:30 gibi Napoli’ye doğru yola çıkacağız. O yüzden 6:30 gibi kahvaltıya iniyoruz. 


Oteldeki kahvaltı, çeşit olarak oldukça az, ama lezzetli. Kaşar peyniri, bal, tereyağı, kruvasan, ekmek ve yoğurt. Tahminimden daha doyurucu bir kahvaltı oldu benim için. Hotel Portemaggiore, eski şehrin surlarının dibinde.  (www.hotelportamaggiore.it) Dolambaçlı koridorlara konumlanmış 215 odası ile temiz bir otel. Banyoda havlu niyetine koydukları peşkirler, kar beyazı. Havludan daha ince ama daha çok emiyor suyu ve oldukça çabuk kuruyor… Turdaki herkesin hoşuna gidiyor bu havlular. Benzerleri hatta daha güzelleri bizde de var ama İtalya’da bir otelde karşılaşmak farklı geliyor herkese.

Roma-Napoli arası 2,5-3 saat sürüyor. Ama erken yola çıkmamızın nedeni, saat ilerledikçe artan trafiğe yakalanmamak ve “Pompei” şehrinde daha çok zaman geçirmek olunca, bir önceki günün yorgunluğuna rağmen, 7:30’daki hareket saatine kimse ses çıkarmıyor. Yol boyunca kendimi İtalya’da değil de Türkiye’de gibi hissediyorum. Her şey, doğa, yollar, evler, öylesine bizden ki…Çam fıstıkları, beyaz, pembe, mor zakkumlar…Yaseminler, buğday tarlaları, koyunlar…Sanki Roma-Napoli arasında değil de Bolu-Adapazarı arasında gidiyor otobüs. Yol boyunca içinden geçtiğimiz yeşillikler, turdaki birçok kişide aynı hissi uyandırıyor.Tek fark, buralarda yerleşim yerlerinin yol kenarlarında değil de, yoldan uzakta tepelerde olması. Ama bu hali de Karadeniz’i anımsatıyor hepimize…

Pompei oldukça büyük bir yerleşim ve kazı alanı. Bazı yerlerde kazı ve yenileme çalışmaları devam ediyor. Hamamı, çarşısı, genelevleri, meydanları ve sokakları ile, ne büyük bir yerleşim yerinin lavlar altında kaldığını görüyoruz gezdikçe… Şehrin tamamı 66 hektarlık bir alana sahip. Ama gezilebilen bölge sadece 12 hektarlık bir bölge. MS 79 yılında bir Ağustos günü Vezüv yanardağı patlayınca, Roma İmparatorluğu’nda aristokratların, zenginlerin en çok yaşadığı bu koca kent lavlar altında kalmış. Şehir 1594 yılında yapılan kazılarla tekrar gün ışığına çıkarılmış. Vezüv yanardağı şehrin 10 km ötesinde. Patlamadan kaynaklanan duman ve kül şehrin her yanını kaplamış ve insanlar boğularak ölmüş. Şimdi gezilen kalıntılarda o günlere ait iskeletler de var. Hamile kadınlar, çocuklar… iskeletlerin bu şekilde bozulmadan çıkarılabilmesi için cesetle kül tabakası arasına hızla donan bir sıvı dökülmüş. Şimdi taş bir heykel gibi sergilenen bu insan figürlerinin yüzyıllar öncesinde etten kemikten, capcanlı insanlar olduğunu düşünmek ürkütücü… 


Pompei şehrinde bize oldukça yaşlı ama havalı bir İtalyan erkeği eşlik ediyor. Kaç yaşında olurlarsa olsunlar, İtalyanların aşk insanı olduğunun en güzel kanıtı bu yerli rehberimiz… Kur yapmaktan rehberlik yapmaya fırsat bulamıyor. En çok bilgiyi Pompei’in genelevleri bölgesinde veriyor… Duvarlardaki resimler, şehrin aşk hayatının ne kadar renkli, eğlenceli olduğunun kanıtı gibi gerçekten de… Değişen yüzyıllara rağmen aynı kalan tek şey belki de bu bedensel zevkler…

Yemek için Pompei çıkışında bir restorana gidiyoruz. Pizzanın doğduğu şehre (Napoli’ye) bu kadar yakınken menüyü belirlemek hiç de zor olmuyor. Gerçek bir napoliten pizza ve pasta yani makarna yiyoruz. Porsiyonlar oldukça büyük. Salata + Pizza/makarna + 1 içecek + dondurma için adam başı 15 avro ödedik. Bu İtalya’daki makul bir yemek fiyatı… 


Yemek sonrası Napoli’ye geçiyoruz. Pompei- Napoli arası 10-15 dakika. Napoli bizim için çok farklı bir şehir değil aslında. Daracık sokakları, kaldırımlar üzerine park etmiş arabaları, kaldırımları işgal eden sokak satıcıları, yoldan yürüyen insanlar, kurallarını kendi kendine karmaşa içinde belirleyen akıl almaz trafiği, bizim için oldukça tanıdık görüntüler. Şehir, çöpler ve trafik keşmekeşi arasında kaybolmuş adeta. Evlerde balkonlardan asılan çamaşırlar, bina girişlerindeki tabelalar, İstanbul’da Tepebaşı, Tarlabaşı civarındaki görüntüleri anımsatıyor. Tüm evler panjurlu. Ama kimi mavi, kimi sarı, kimi yeşil, kimi de kırmızı panjurlar… Bazı balkonlar çiçek bahçesi. Uzaktan sardunya olduğunu tahmin ettiğim, bol çiçekli salkım salkım saksı çiçekleri…

Napoli’de bu karmaşanın içinde de görülebilecek güzel yerler var ama. Plebiscito Meydanı Napoli’nin en büyük meydanı. Meydandaki Büyük Kilise 13. yy’dan kalma. Kubbesi Roma’daki Panteon’dan esinlenerek yapılmış. Ama ne yazık ki tadilatta olması nedeniyle kapıları kapalı. Kilisenin karşısındaki Ulusal Müzede ise Pompei’den çıkan birçok eser, özellikle harika yer mozaikleri sergileniyormuş. Ama günün yarısını zaten Pompei’de geçirdiğimiz için müzeye girmeye niyetlenmiyoruz. Meydandaki bir diğer bina ise “Palazzo Reale”. Burası da 17.yy başlarında Dominico Fontana tarafından yapılmış. 19. yy’a kadar İspanyol asilzadelerinin konutu olarak kullanılmış.  Şimdilerde ise resim, porselen ve mobilyaların sergilendiği bir müze.


Bu binaların yer aldığı meydanın az ilerisinde 19. yy’da yapılmış oldukça görkemli Umberto Çarşısı var. Çarşı cam tavanı ile ilgi çekici. Belki bir yüzyıl sonra, şimdilerde içindeki dükkanlar bir bir kapanan Karum Çarşısı da Ankara’ya gelen turistlerin böyle ilgisini çeker.  Avrupalıların olmasa bile Ortadoğuların ilgisini çekeceği şüphesiz. Çünkü 15 yıldır, başkentimizi köyleştiren büyük belediye başkanımız bununla övünüyor her fırsatta. Ankara Türkiye’de kişi başına düşen alışveriş merkezi sayısı en fazla olan şehirmiş. Ne büyük(!) bir övünç kaynağı.

Napoli Limoncello’larıyla ünlü bir İtalyan şehri. Limoncello, bölgenin limon rezervlerinin en lezzetli şekilde değerlendirilmesi sonucu yapılmış, biraz yoğun açık sarı renkte bir likör aslında. Sadece limondan değil, başka meyvelerden de yapmışlar. Ben mangolusunu içtim örneğin. Fena olmamıştı. Küçük, şık cam şişelerde ikram ediliyorlar. Limoncello sonrası, Trieste e Trento Meydanı’ndaki sokak kahvelerinden birinde, bir espresso içtik. İçerek güzelleşiyor, İtalya’nın keyfini sonuna kadar çıkarıyoruz. Ama espresso içtiğimiz sokak üstü kafedeki garson, kaşla göz arası bizi dolandırmaya kalkıyor. 8 avro’luk 2 kahve ve 2 suyu bize 18 Avro’ya satmaya kalkıyor. Sıcağa ve tüm yorgunluğuma rağmen çabuk fark ediyorum dolandırıldığımı. İtalyanlar çantayı alamazlarsa, böyle elinden alıyorlar parayı demek ki… 
 

Kahve molası sonrası şehri biraz daha gezelim istiyoruz. Galeri Umberto’nun biraz daha ilerisinde Nuova kalesi takılıyor gözümüze. Kale 1279-1282 yılları arasında Charles I. D’anjou tarafından yapılmış. Kalenin girişindeki kuleler dikkat çekici. Kalenin içinde Napoli tarihini anlatan resimlerin yer aldığı müze var. Dışarıda ise düğün resmi çektiren bir gelin ve damatla karşılaşıyoruz. Demek Napolili gençler, geçmişi anımsayarak, güzel bir geleceğe adım atmayı uğur biliyorlar evlenirken. Ya da bu benim fantezim. Kale, düğün fotoğraflarına güzel bir fon oluşturduğu için tercih edilmiş de olabilir.


Akşam, Roma’ya döndüğümüzde otele yürüme mesafesinde 10 dakika uzaklıkta bir lokantada yiyoruz yemeğimizi… Yaşlı bir İtalyan’ın gitarı eşliğinde söylediği Napoliten şarkılar, yemeğimize ayrı bir lezzet katıyor. Yarın Roma’da son günümüz. Serbest gezeceğiz. Hedefte Sistine Şapeli var. Bakalım bu sefer girmeyi başarabilecek miyiz?

3.Gün (ROMA)

Sabah kahvaltı sonrası grubun büyük bir kısmı ile otelin önünden otobüse binerek, tekrar Vatikan’a gidiyoruz... Amacım bu kez Sistine Şapeli’ni görmek ama, Vatikan yine öylesine kalabalık ki, zaman San Pietro Katedralinin içini gezmeye ancak yetiyor. Sadece Katedral içindeki "Meryem’in kucağındaki İsa heykeli"ni görerek (Michalengelo’nun Pieta’sı) idare ediyoruz. Michalengelo'nun, insanlığın Yaratılışı, Düşmesi ve Kurtarılması hakkında Hristiyan dinsel doktrinlerini göstermek için yaptığı  muhteşem fresklerinden oluşan tavanı ile, gerçekten bütün insanlarda merak ve beğeni uyandıran şapel artık bir dahaki Roma gezilerimize kalıyor.



 
Vatikan çıkışı, yakındaki Sant Angelo Kalesi’ne geçiyoruz.  Yürüyerek şehri gezmek her zaman daha keyifli… Tiber nehri kenarından yürüyerek, Adalet Sarayı’nı görüyoruz. Daha sonra nehrin karşı tarafında, daha çok ressamların konuşlandığı Novana Meydanı’na yöneliyoruz. Meydanda harika heykellerle donatılmış, iki tane havuz ve saçları uzayan kızın kilisesi var.  Rivayete göre din değiştirmesi için kızı çırılçıplak soymuşlar ama kız din değiştirmemiş ve saçları onun bu direncine eşlik etmek için, birden tüm vücudunu örtecek şekilde uzamış. Buradan Panteon’a geçiyoruz. Gerçekten ilahi bir mekan. Tavandan süzülen ışık, salondaki mermer zeminde yankılanan sesler… Bir zamanlar buranın şehrin tepesinde olduğunu bilmek, aslında buraya daha çok yakışıyor. Etrafta hiçbir yapının olmadığını ve yüksek ama çok yüksek merdivenler çıkılarak Tanrıların evine gidildiğini hayal etmek, Panteon’u daha güzel kılıyor. Şimdilerde sokakla neredeyse bir olmuş. Önündeki küçük meydan ve çeşme tüm Roma sokakları ve meydanları gibi turist kaynıyor.


Panteon sonrası yakınlardaki ünlü bir dondurmacıya uğruyoruz. Roma dondurması tadı ve zengin çeşidi ile insanı oldukça keyiflendiren bir tat. Tam 212 çeşit dondurma vardı. Bu kısa lezzet molasından sonra ilk gün yorgunluktan iyi göremediğimiz Trevi çeşmesi’ne ve II.Emanuela Anıtı’na  tekrar gidiyoruz. Çeşmeye dilek parası atmıyoruz bu sefer. Ama Anıtın çıkabildiğimiz kadar tepesine çıkarak, Roma’yı kuş bakışı fotoğraflıyoruz...Buradan İspanyol merdivenlerine doğru yürüyoruz…Yol üzerinde bazı mağazalara da bakıyoruz. Hiçbir şey Türkiye’dekinden daha güzel değil. İspanyol merdivenlerinde biraz soluklandıktan ve Roma’ya bu seferlik son kez bir daha baktıktan sonra Sistina caddesi üzerinden otele doğru yürümeye başlıyoruz. Ama ayaklarımız bizi ancak Santa Maria Maggiore Meydanı’na kadar taşıyor.  Buradan taksiye binerek dönüyoruz otele. Yorgun günü sonlandırırken, yarın ki Floransa yolculuğunun hayalini kurarak dalıyorum uykuya. Roma görülecek bir çok yeri geride bırakarak veda ediyor bana. Trevi çeşmesine attığım paralar inanılan gibi, ziyaretçileri tekrar buraya getirmeye yararsa, o yerler de diğer gelişimde gezilecek artık…

Arrivederci Roma!




 


4.Gün (SİENA - SAN GİMİGNANO -PİSA)

Sabah otelden 7:30 gibi ayrılıyoruz ama Roma-Floransa arası yolculuğumuz oldukça uzun sürüyor. Bunda, çiçekler şehrine doğru yol alırken Siena, San Gimignano ve Pisa’ya da uğramamızın etkisi büyük oluyor. Ama gördüğümüz güzellikler, geçen zamana ve tüm yorgunluğa değiyor.

Floransa, Toscana bölgesinde yer alıyor. Yol boyunca gördüğümüz ve Floransa’ya yaklaştıkça artan günebakan ve asma bahçeleri, Toscana bölgesinin doğal yapısının ne kadar zengin olduğunun göstergesi. Toscana'nın büyüsü kaplıyor tüm benliğimi. Gözümün önünde uzanan manzaraya bakarak, İtalya'ya bir dahaki gelişimde bu bölgeyi doya doya gezme hayalleri kuruyorum. Yerleşim yerleri yol kenarlarından oldukça uzak, tepelere kurulmuş. Görsel olarak insanı mest eden bu manzaralarda ilk durağı Siena’da veriyoruz. 

Siena gerçek bir masal şehri bence. Ülkemin topraklarıyla karşılaştırınca biraz Assos biraz Alaçatı karışımı butik bir yerleşim. Büyük bir şans eseri, şehre geldiğimiz tarih yılda iki sefer yapılan “palio” yarışlarına denk geliyor. (Yarışlar, sadece 2 Temmuz ve 16 Ağustos’ta yapılıyor) Tüm kasaba yarışa hazırlanıyor. Şehrin sokaklarında gezdirilen atlar görülmeye değer. Sadece 90 sn. süren bir yarış için bütün bir yıl hazırlık yapılması da işin ayrı bir heyecanlı tarafı…

“Palio” 13. yy’dan beri Piazza del Campo’da düzenlenen geleneksel eğersiz bir at yarışı. 15. yy. kostümleri giymiş bayrak taşıyıcıların, yaklaşık bir saat süren görkemli bir tören alayı oluyormuş. Bizim, Campo meydanı’na vardığımız öğle saatlerinde (yarış akşamüzeri 16:30’da oluyormuş) yine büyük bir şans eseri, tören geçidine katılacak bandoların provası var. Tüm alan ve şehir, yarışa katılacak mahallelerin bayraklarıyla süslü. 


Toplam 17 mahalle var. Her mahallenin simgesi farklı. Sokaklarda yürürken hangi mahallede olduğunuzu evlerin duvarlarındaki sembollerden, kolaylıkla anlıyorsunuz. Kartal, tırtıl, salyangoz, baykuş, ejderha, zürafa, kirpi, tekboynuz, dişi kurt, deniz kabuğu, kaz, dalga, kara panter, orman, tosbağa ve kule Siena'daki mahallelerin sembolleri... Bu semboller, burada yaşayanlar için oldukça önemli. Baykuş mahallesinde doğan birisi, oradan taşınsa ya da başka bir mahalleden biriyle evlense bile baykuş olarak biliniyor. Yarışa katılan tüm atlar ve binicileri, temsil ettikleri semtin renklerine ve simgelerine uygun olarak giyiniyorlar.


 
 
Palio’nun yapıldığı alan içbükey ve oldukça büyük bir meydan. Meydana bakan büyük binalardan kulesi olanı, "Belediye Sarayı" imiş. Buranın belediye başkanı olmak güzel olurdu doğrusu. Çünkü şehir, gerçekten çok güzel. Zaman sanki hiç akmamış gibi burada. Tarih, bu küçük şehrin  içinde gömülmüş kalmış. Ancak geçmiş ve bugün çok güzel koordine edilmiş. Meydandaki Gaia çeşmesi de kırmızı taş binalar arasında, bembeyaz mermeri ile göze çok hoş geliyor. Çeşmenin duvar rölyeflerinde, Adem ve Havva, Meryem ana ve Roma'nın olduğu kadar Siena'nın da  kurucusu Romus ve Romulus kardeşler ve havuzun kenarında da ağzından su akar halde onları emziren dişi kurtlar dikkat çekiyor.
 

Meydanın dışında, sokaklara dalınca karşımıza çıkan gotik tarzda inşa edilmiş Duamo, şehrin genelindeki kırmızı renge inat bembeyaz görünüyor. Dış cephe işçiliği de şehrin sade mimarisinden oldukça farklı. Bu katedral, eğer veba salgını olmasaymış İtalya'nın en büyük katedrallerinden biri olacakmış. Ama yarım kalan haliyle bile etkileyici. Üstelik güzellik sadece dış cephede değil, içerideki fresklerde de kendini gösteriyor. Özellikle, katedral içersindeki Piccolomini Kütüphanesi'ndeki duvar ve tavan resimleri, insanı Siena'nın dışında bir yolculuğa çıkarıyor adeta...


Sienadan ayrılmak gerçekten zor. Daracık sokakları, kırmızı taş binaları ve şekli zaman içerisinde değişse bile, geleneksel sayılabilecek bir yarışın şehirde yarattığı coşkuyu terk etmek kolay değil. Belki de bu küçücük şehri turistler nezdinde unutulmaz kılan da bunlar...

Siena sonrası San Gimignano’ya uğruyoruz. Burası da tarihi bir yerleşim. Geçmişi 1000'li yılların başlarına kadar uzanıyor. Kasabanın girişinden aşağıya doğru uzanan Toscana Vadisi seyre değer. Dar sokaklarda yükselen kule şeklindeki binalar, buranın "Ortaçağın Manhattan"ı olarak anılmasını sağlamış. Bu da kasabayı en az Siena kadar turistik bir yerleşim haline getirmiş ve 1990 yılında kasaba Unesco tarafından "Dünya Kültür Mirası Listelerine" alınmış.  Bir zamanların zenginlik göstergesi olarak yapılan kulerden, ki 70 tane kadarmış, bugüne kalan sadece 14 kule ev... Her binanın altı,  hediyelik eşya, restoran ve dondurmacı dükkanı sanki… İç taraftaki sokaklarda biraz daha sıradan ev halleri görülüyor. Pencereden asılmış çamaşırlar, panjurların ardından bakan yaşlı kadınlar…Bu küçük kasabanın bile kaç harika meydanı var. Ama en büyüğü ve güzeli Palazzo del Popolo. Meydanda soluklanmak ve tarihe tanıklık eden kaldırımların sesini dinlemek iyi geliyor. Dileyenler, meydanda yer alan müzeyi de gezebiliyor.


San Gimignano'dan sonra Floransa öncesi son durağımız Pisa’ya geçiyoruz. Pisa, Galileo Galilei’nin doğum yeri. Floransa’nın batı tarafından bir saat uzakta. Şehri bu şekilde ünlendiren hiç şüphesiz Campo del Miracoli’nin mimari harikaları olan düz bir alan üzerindeki Duomo, Battistero ve Katedralin yuvarlak Campanile’si, eğik kule… Mucizeler meydanı, gerçekten mucizelere sahne oluyor... Eğik bir kule, dünyanın dört bir yanından insanları kendine çekiyor.

Aslında kulenin yapıldığı zemin suya doymuş kumdan olunca, kulenin eğilmesi kaçınılmaz olmuş. Bunu bir mucize olarak görmenin anlamı yok. Ama 12 yy. başlarında yapılan bir kulenin eğilerek de olsa ayakta durmayı başarması ve 21.yy'da dünyayı ayağına getirmesi bir mucize elbette... 20 yy.lın teknolojisi ve bilgi düzeyi ile, sağlam zemine yapılmış dimdik binaların, henüz yapımı üzerinden bir yy bile geçmeden, yaşanan bir yer sansıntısı ile nasıl yerle bir olduğunu gören bir ülkenin vatandaşı olarak bu tespitimde haksız sayılmam sanırım. 

Her neyse... Eğim, kulenin inşası esnasında farkedilmiş ama bir şey yapılamamış.  1372’de kule yapımı tamamlandığında eğiklik çok azmış. Ancak zamanla eğim o kadar artmış ki (akstan yaklaşık 5 metre kadar çıkmış) 1990’ların başında kule korumaya alınmış. Koruma çalışmaları sonrasında, eğimin makul bir seviyeye çekilmesi üzerine kule, 2001 yılında tekrar ziyarete açılmış.  Eğimin durdurulduğu söylense de, hergün binlerce insanın kuleye çıkmasına izin vermek bence gerçek bir çılgınlık…Ben hiç niyetlenmedim bile.
 
 
Her ne kadar Pisa'da tüm ilgi Mucizeler meydanına ve eğik Pisa Kulesine yönelmiş olsa da, Arno nehrinin kıyısında devam eden şehir yaşamı da görülmeye değer.  Ama burada da Floransa rol çalıyor genelde. Nehrin kıyısında kurulu yaşamı, Floransa'da izlemek varken, genel olarak Pisa'da kimse bu tarafa yönelmiyor. Tercihi, biraz da burada geçirilecek zaman belirliyor.

Oldukça yoğun programlı, yorucu ama yorgunluğumuza değen, güzel bir gün geçirdik. Pisa sonrası son bir gayret bindiğimiz otobüslerle Floransa’ya geliyoruz. Burada konaklayacağımız otelimiz, Golden Tulip Mirage http://www.goldentulipmirageflorence.com/default.aspx 'da güzel ve temiz bir konaklama olanağı sunuyor bize. Akşam yemeği için bazıları Floransa merkeze iniyor. Ama biz öyle yorgunuz ki yakınlarda bir yerlerde pizza yiyerek günü sonlandırıyor ve bir an önce kendimizi yatağa atıyoruz. Yarın Floransa ile dolu bir gün geçireceğiz.

5.Gün (FLORANSA)

Floransa gezimiz sabah 8:30’da başlıyor. Otobüsle  merkez istasyonuna gidiyoruz. Şehrin önemli yerlerinin tamamını buradan yürüyerek görme imkanına sahibiz. Yerel rehberimiz Okan 10 yıldır Floransa’da yaşıyor. Onunla buluşana kadar Aytekin Bey bizi Lorenzo Meydanı’na götürüyor. Burada ve Cumhuriyet Meydanı yakınlarında küçük işporta tezgahlarında uygun fiyatlı hediyelik eşya bulma imkanı var. Genel şehir turu sonrasında gezmek üzere sadece yer öğreniyoruz şimdilik. Lorenzo Meydanı’nın sonundan şehrin en büyük halini görüyoruz. Burası saat 14'te kapandığı için, tazecik meyvalara dayanamıyor kimse... Gün boyu elinde taşıma riskine rağmen çoğunluk birşeyler alıyor halden. Lezzetli şaraplar eşliğinde tüketilmiş olsa da, günlerdir yediğimiz pizza ve makarnalardan, herkesin içini kurumuş ne de olsa... Tatları bizimkiler kadar olmasa da, İtalya'da yediğimiz en lezzetli meyvalar bunlar üstelik. 


Halden ayrılmayı başardığımızda, yerel rehberimizle Duamo’da yani Floransa'nın katedralinde buluşuyoruz. Duamo, Floransa’nın Rönesans döneminde yapılmış en önemli yapılarından biri. Arno Nehri -ki bu nehir Floransa’yı ikiye bölen ve bir önceki gün Pisa'da da gördüğümüz nehirdir- üzerindeki en güzel köprülerden biri olan Vecchio köprüsünün de mimarı olan Arnoldo di Cambio tarafından tasarlanmış. Yapımı yüzyıllar sürmüş. Her döneme ait özgün bir durum kiliseye yansıtılmış. Ama yapıda en çok, süslemeli dış cephe ve içerideki Flippo Brunelleski tarafından tasarlanmış mimari harikası kubbe, dikkat çekiyor bence.


Kubbe,  Brunelleski tarafından Roma'daki Panteon’un kubbesi esinlenerek yapılmış. Ama ondan daha görkemli olmuş. Floransa’nın tamamından görülüyor neredeyse. Kubbenin iç tarafını süsleyen fresklerin yapımı da yıllar sürmüş. Ama bu freskler, dünyada “Son yemeği” betimleyen en büyük resim özelliğini de kazanmış. Duamo dışındaki çan kulesi ve vaftizhane de aynı alan üzerinde konumlanmış. Çan kulesine 414 basamak merdivenle çıkılabiliyormuş, ama biz şehri Michalengelo tepesinden görmek istiyoruz. O kadar merdiveni hiç gözüm kesmiyor.

 
 
Vaftizhane, kapıları hariç Dante’nin zamanındaki haliyle duruyormuş. Ama vaftizhaneye asıl ününü, altın kaplama üç adet bronz kapı getirmiş. Bu kapılardan da en etkileyicisi, Duamo’ya bakan doğu kapısı. Michalengelo bu kapıyı “Cennet kapısı” olarak tanımlamış ve kapının adı öyle kalmış. Ama şimdi görülen kapılar, orijinaline uygun kopyalar. Kapıların asılları Museo dell’Opera del Duamo’da sergileniyor. Zamanın darlığından, müze gezmeye pek niyetlenmiyorum. Müze önlerinde akıl almaz kuyruklar uzanıyor. Kısmet olur da başka zaman gelirsem, müze gezileri o zamana artık.

Duamo’dan aşağıya nehre doğru yürümeye devam ediyoruz. Şimdilik hedef “Senyörler Meydanı”. Duamo’yu şehrin dinsel kalbi olarak kabul edersek, Senyörler meydanını da sosyal ve siyasi kalp olarak anmak hiç de yanlış olmaz... Meydan adını, önünde devasa Neptün Heykeli duran eski şehir yönetim merkezinden alıyor. Şehrin belediye meclisi halen bu binada (Palazzo Vecchio’da) toplanıyor... Bu binanın girişinde Michalengelo’nun ünlü Davut heykeli tam 400 yıl boyunca durmuş. Ama şimdi bizim gördüğümüz Davut heykeli, Academia Müzesi’nde duran aslının birebir kopyası… Buranın yanında enine upuzun uzanan bina “Ufizzi Müzesi”. Burası da Floransa’nın tüm diğer önemli mimari eserleri gibi Arnoldo di Cambio tarafından yapılmış.

 
Senyörler meydanı tam bir açık hava müzesi gibi. Tek orijinal eser, Medusa başını koparan Perseus’un zarif heykeli. Perseus Yunan mitolojisinde önemli kahramanlardan biri. Perseus’un büyükbabası Akrisos bir kahine gidip bir erkek çocuğunun olup olmayacağını sormuş. Kahin ona kızı Danae’nin bir erkek çocuğunun olacağını ve bu çocuğun onu öldüreceğini söylemiş. Korkuya kapılan ve kehanetin gerçekleşmesinden korkan Akrisos, yeraltına bronzdan bir oda yaptırarak kızını oraya hapsetmiş. Ama bu Zeus'u yıldırmamış. Zeus bir gün bronz odanın tavanındaki yarıktan altın damlası şeklinde içeri sızmış ve genç kızla birlikte olmuş. Bu birleşmeden Perseus doğmuş. Perseus büyüdüğünde, Athena tarafından Gorgolar’dan Medusa’yı öldürmekle görevlendirilmiş. Gorgolar, boyunları ejderha pullarıyla korunan, yaban domuzu gibi dişleri olan, dişi canavarlarmış. Bronz elleri ve altın kanatları varmış. Üstelik bakışları da o kadar güçlüymüş ki, baktıkları her şeyi taşa çevirirlermiş. Athena ve Hermes, Perseus'a bu zor görevinde yardımcı olmuşlar. Perseus, Gorgoların (Stheno, Euryale ve Medusa) yerine gitmiş, onları uyurken bulmuş. Bu üç kızkardeş arasında yalnızca Medusa ölümlüymüş. Bu nedenle Perseus yalnızca onun başını kesip götürebileceğini anlamış. Perseus'un kestiği Medusa’nın kafasından Pegasus (Kanatlı at) çıkmış. Perseus, Medusa’nın başıyla Polydektesi taçlandırmış. Daha sonra Medusa’nın başını Athena’ya teslim etmiş. Dönüş yolunda Andromeda’yla karşılaşmış ve ona aşık olmuş. Bu güzel genç kızın annesi Kassiepeia, Nereus kızlarından daha güzel olduğunu söylediği için Perseus’u kızdırmış. Deniz tanrısı da bu bölgeye bir deniz canavarı musallat etmiş. Canavarı öldürmek koşuluyla kurban olarak sunulan genç kızı kurtaran Perseus, daha sonra kızla evlenmiş ve Tiryns kralı olup mutlu bir yaşam sürmüş.

Meydandaki Perseus heykeli dışındaki tüm eserlerin asılları Floransa’nın muhtelif müzelerinde sergileniyor. Davut heykeli, Sabin Kadınlarının Kaçırılması heykeli, Herkül ve Kentaur heykeli gerçekten asıllarını aratmayacak güzellikte kopyalar… Bir de bu heykeller Rönesans zamanının hareketli, duygulu eserlerine gerçekten güzel örnekler. 


Meydanın ortasında yer alan, mermerden yapılmış deniz tanrısı Neptün’ün heykeli, mermer atlar ve etrafında deniz kızları ile erkek deniz tanrılarının bulunduğu Neptün havuzu da görülmeye değer.Ammanati tarafından yapılan bu çeşmeyi gören Michalengelo “Ammanati Ammanati yazık ettin güzelim mermer parçasına!” demiş olsa da, bence meydandaki eserlerin çoğu gibi kopya olan bu heykeller de çok güzel. Eminim asılları da bu yergiyi hak etmemiştir.

Senyörler Meydanını, Uffici Galerisi’nin yanından geçerek terk ediyoruz. Uffici Galerisi, bugün dünyanın en eski ve en ünlü sanat müzelerinden biri olsa da, geçmişte bir saraymış aslında. Medici ailesinin yönetim merkezi olarak kullanılan ofislerden oluşuyormuş. Müzeye girmek yine bir daha ki İtalya gezilerine erteleniyor ne yazık ki. Müze önündeki kalabalıktan sıyrılıp, kendimizi bir anda Arno Irmağı kenarında Vechio Köprüsü karşısında buluyoruz.

 

Köprüye giden kaldırımın üstü kapalı tasarlanmış. Yazın -şimdi olduğu gibi- kavurucu sıcaklarda güneşten, yağmurlu havalarda ise yağmurdan koruyan hoş bir yol bu yol. 14. yy.da Arno nehri’nin en dar kısmında yapılan köprü ününü hak edecek güzellikte. Köprü üzerinde çarşılar da buranın orijinalliğini artırıyor. Dünyada üzerinde çarşı olan bu şekilde yapılmış dört köprü var. Dört köprüden bir diğeri de İtalya’da, Venedik’teki Rialto köprüsü. Bir aksilik olmazsa onu da göreceğiz.

Üçüncü örnek ise Bursa’da bulunan Irganda köprüsü. Bizdeki örneği 1442 yılında Irgandalı Ali’nin oğlu Hacı Müslihiddin tarafından inşa edilmiş. Kurtuluş savaşı sırasında Yunan ordusu tarafından bombalanmış. 2004 yılında Osmangazi Belediyesi tarafından yenilenerek kullanıma açılmış.  Çarşı Köprülerin dünyadaki son örneği ise Bulgaristan Lofça’daki Osma Köprüsü…

Turla olan gezimiz bu noktada sona eriyor. Bundan sonrası bizim kendi başımıza keşfedeceğimiz Floransa olacak. Bizim hedefimiz belli. Floransa’ya tepeden bakmak istiyoruz. Köprüden geçerek Lungarno Torrigiani Caddesi üzerinde nehir boyunca yürüyüp, Grazie Köprüsü’nün az ilerisinden otobüse binerek Michalengelo Tepesi’ne çıkıyoruz. (Yukarı çıkarken 13 no.lu, aşağı inerken 12 no.lu otobüse biniyoruz.) Buradan şehrin manzarası gerçekten çok güzel. Bana biraz Budapeşte’yi anımsattı. İçinden su geçen tüm şehirlerin silueti benzer bir güzellikte buluşuyor sanırım. Burada harika manzaraya karşı birer cappucino içiyor ve şehri kaldığımız yerden gezmeye devam etmek üzere otobüsle aşağıya iniyoruz.

 

Otobüsten, Lungarno dele Grazie üzerinde inip, Santa Croce Meydanı’na gidiyoruz. Burası da Rönesans Floransa’sının sosyal ve politik merkezi olmuş bir meydan. Zamanında Medici tarafından burada mızrak dövüşleri sergilenirmiş. Bu alçakgönüllü Floransa bölgesindeki en önemli eser, meydan ile aynı addaki Kilise. Kilise Toscana’da doğmuş en ünlü kişilerin bazılarının son dinlenme yeri. Bunlardan en önemlisi şüphesiz Michalengelo. Kilise içindeki lahid, Michalengelo’nun sanatta ölümsüzleştiği üç alanı yani resim, heykel ve mimariyi simgeleyen figürler içeriyor. Kilise de Dante’nin de boş bir lahdi var. Lahid boş, çünkü Dante politik nedenlerle sürgün edilmiş ve naaşı öldüğü yer olan Ravenna’da gömülmüş. Bu, ülkeler ve tarihler değişse de bazı insanların kaderlerinin benzerliğini hissettirdi bana.  Ama Dante bizim Nazım Hikmet’imizden daha şanslı. Hiç olmazsa ülkesinin topraklarında yatıyor. Üstelik boş lahdi affettirmek istercesine, Kilisenin girişinde kocaman bir Dante heykeli yer alıyor. Kilise içinde lahdi bulunan diğer ünlü Toscanalılar ise, politika kuramcısı ve tarihçi Machiavelli ve Sevil Berberi’nin bestecisi Rossini ve Galileo Galilei…

 
Buradan sonra Floransa’nın ara sokaklarına girip, tekrar Senyörler meydanı, Uffizi Müzesi civarı ve Duamo arasında gezelemeye devam ediyoruz. İtalya gezimiz boyunca ister istemez vazgeçilmezimiz haline gelen napoliten pizzalar ve dondurmalar sonrası Senyörler Meydanında “Grey”  isimli bir pandomim sanatçısının gösterisine tanıklığımız da bizi ayrıca mutlu ediyor. Gösteri sonrası dağıttığı karttan öğrendiğim ağ adresinden (www.teatrogrey.com) Grey’in oldukça başarılı bir pandomim santçısı olduğunu teyit ediyorum.

Gün bizim için bitmek üzere…Balkabağına dönüşecek saatlere gelmesek de daha fazla adım atacak halimiz kalmıyor. Yarın Venedik’e gitmek üzere saat 8:00’de otelden ayrılacağımız düşünülürse, Floransa’ya veda etme zamanımız geldi demektir. Sabah gezmeye başladığımız noktadan, Merkez İstasyonu’ndan bizi bekleyen otobüsümüze binip, otele dönüyoruz. Yine yorucu ama çok güzel bir İtalya günüydü yaşadığımız… Sona yaklaştıkça içim daralıyor nedense…

6. Gün (SİRMİONE - GARDA GÖLÜ - VERONA)

Saat 8:15’te ayrılıyoruz Floransa’dan. İtalya’nın biraz daha yukarı kısmına, Milano’dan başlayan göller bölgesine doğru çıktıyoruz bugün. Alplerin eteğinde, Alpinlerin yakınında İtalya’da üç büyük göl var. Como Gölü Milano yakınında, Garda gölü Sirmione’de ve Lugano gölü İsviçre sınırında… Bizim güzergahımızdaki göl “Garda”.

Yol üzerinde ilk molamızı, Bolonya yakınlarında bir autogrilde veriyoruz. Bolonya bizim İzmir gibi, kızlarıyla, bir de Bolonez soslarıyla ünlü bir İtalyan şehri. Bolonya kızları, evlerine ve eşlerine düşkünlükleriyle tanınıyorlar.

Yolda Po nehrinin üzerinden geçiyoruz. İtalya Po ve Arno nehirleri arasında kalmış bir ülke. Doğal güzellikleri açısından aslında Türkiye’yi aratmıyor. Ama burası bana, biraz daha çiçekli gibi geldi. Belki evlerin camlarından, tarlalardan, bahçelerden renk renk fışkıran çiçekler bana bu hissi verdi. Ama renk cümbüşü insanı gerçekten mutlu ediyor.


Sirmione, Garda Gölü’ne yarımada şeklinde giren bizim Bodrum benzeri küçük bir kasaba… Garda Gölü ise bizim Tuz Gölü’ne yakın büyüklükte. 940 km2 civarında. Ama gölün rengi Kaputaş Plajı’ndaki denizin rengi gibi. Turkuaza çalan mavi-yeşil…Sanırım tatlı su karışıyor bir yerlerden göle…Kasabanın içindeki termal oteller de bence bunun kanıtı. Göl öylesine temiz ve berrak ki, balıklar, ördekler suyun içinde ve üzerinde insanı suya çağırırcasına salınıyorlar. Göle girenler de var. Kalenin iç bölgelerinde bazı bölgelere plaj yapmışlar.

Karşı kıyılara giden küçük motorlar var. Özel 4-5 kişilik motor turları da yapılıyor. Etraf öyle temiz ve şık ki… Evler, dükkanlar, oteller… Tam anlamıyla butik bir kasaba burası. Her taraf çiçek dolu. Oteller bizim termal oteller gibi SPA cenneti. Çarşısı oldukça zengin. Giyim mağazaları, hediyelik eşyacılar, yemek içmek üzerine yerler gırla… Kırtasiyesi bile var. Kendime kedili bir kitap ayracı alıyorum dayanamayıp. Burası bana biraz Dalyan, biraz İznik, biraz Termal karışımı bir yer hissi verdi. İtalya’nın o gotik binaları sonrasında böylesine sade, renkli bir güzellikle karşılaşmak çok hoş oldu. Garda Gölü ile ilgili bir küçük not daha…

İtalyan bilim adamları, Garda Gölü kıyısındaki küçük Limone Sul Garda kasabasında bir grup insanın hiç kalp krizi geçirmediğini belirlemiş ve bunun nedenlerini araştırmaya başlamışlar. Bu insanların kalp krizi ile hiç karşılaşmamalarının sebebi 200 yıl öncesine kadar giden bir genetik mutasyondan kaynaklanıyormuş. Kasabalıların atalarından Giovanni Pomaroli’den başlayan bu mutasyon sonucu, bu insanların bünyesi bir protein salgılıyor ve bu protein, kalp damarlarındaki yağı sürekli olarak temizliyormuş. 80’lerden beri söylence olarak bilinen durum, kasabalıların en büyük ihraç maddesinin kan bağışı olmasına neden olmuş. Doktorlar muayene ettikleri kasabalıların 44 tanesinin bu gen mutasyonunu taşıdığını belirlemiş. Bilim adamları, bugünlerde ApoA1 Milano adlı proteini sentetik ilaç olarak geliştirmeye çalışıyormuş. Umarım bir an önce olur…


Sirmione’de iki saat gezdikten sonra, Verona’ya yöneliyoruz. Verona geçmişte askeri hastane olarak kullanılan bir yerleşim yeri. Dünyanın 3. Büyük arenası burada. Birincisi Roma’daki Colessium. İkincisi ise Tunus’ta. Arenanın önünde, Belediye binası ile arena arasında büyük bir meydan var. Yarın akşam burada çok büyük bir klasik müzik konseri olacakmış. Şimdiden sahne ve oturma yerleri hazırlanmaya başlanmış. Bu seferki gösteriyi de kıl payı kaçırıyoruz yani.

Ama Verona’yı turistler için ilginç kılan şey, sadece bu arena değil… Burayı bu şekilde turistle dolduran bir diğer unsur, Shakespeare’in ölümsüz eserinin kahramanları Romeo ve Juliet’in gerçekten bu şehirde yaşamış olması ve şehrin surlarının bu oyunun baş sahneleri olması elbette… Juliet’in evi, aşıklar için bir tapınak haline getirilmiş neredeyse. Evin avlusundaki duvarlar dünyanın dört bir yanından gelen aşıkların isimleri ile dolu. Acaba kaçının aşkı hala devam ediyor? Avluya Juliet’in bir heykelini yapmışlar. Bu heykel oyunun son sahnesinde Romeo’nun babası Mantague’nin, Juliet’in babası Capulet’e söylediği sözlerde bahsi geçen heykel mi bilmiyorum ama Mantague şöyle söylüyor oyun biterken;

“Ama fazlasını verebilirim ben sana!
Kızının heykelini dikeceğim som altından,
Verona bu adla bilindiği sürece,
Daha üstün bir heykel dikilmeyecek
Vefalı sadık Juliet’inkinden.”


Bahçedeki Juliet heykeli muhtemelen som altından değil ama kadıncağızın göğsü mıncıklanmaktan sararmış. Altın gibi parlıyor gerçekten. Mantague eğer gelininin bu şekilde taciz edileceğini bilse, yine de o heykeli diktirir miydi acaba? Capuletlerin 13. Yüzyılda yaşadığı evin içine de giriliyor ama avlu öyle kalabalık ki kendimi bir an önce dışarı atmak istiyorum.

Buraya çok yakın bir mesafede Romeo’nun da evi varmış. Ama nedense Mantague’lerin evi herhangi bir yenilenme görmediği için ziyaretçi giremiyor. Juliet’in evinden Piazza dele Erbe’ye çıkıyoruz. Burası Verona’nın 13. Yüzyıldan kalan bir çok binasını görebileceğimiz bir meydan. Bir tarafta 83 metre yüksekliği ile Verona’nın en yüksek kulesi Lamberti görülüyor. Meydanın kuleye yakın tarafında; Madonna Verona çeşmesi yer alıyor. Çeşmenin arkasında Verona’nın az sayıda Barok dönem mimari eserinden biri olan Mafei binası görülüyor. Binanın çatısında altı pagan tanrısının heykeli var. Bunlar Jupiter, Merkur, Venüs, Apollo, Herkül ve Minerva. Meydanda işportacı gibi hediyelik eşya ve meyve satıcıları var. Meydandan çıkıp ara sokaklara dalıyoruz.

 
Verona’nın çarşısı da oldukça güzel. Erbe meydanı ile kesişen Guiseppe Mazzini Caddesi oldukça şık butiklerle dolu. Görebildiğim kadarıyla Verona, biraz emekli aristokratların yaşadığı şehir. Sokaklarda daha çok şık yaşlılar dolaşıyor. Aytekin Bey’in tavsiyesi üzerine Erbe meydanından yine Arena’nın olduğu Barbieri Meydanı’na çıkıyoruz. Bu meydana bakan sokaklardan birinin köşesinde yer alan uluslar arası eczanenin yakınında “Savalo Dondurmacısı”ndan bisküvi arası acıbademli dondurma yiyoruz. Bisküvi dondurma külahından, dondurma ise bizim Maraş dondurmasından biraz daha yumuşak. Hoş bir lezzet.

Saat 17:00’de ayrılıyoruz Verona’dan. Venedik yakınlarındaki anakarada yer alan Mestre’deki otelimize (www.noventahotel.it)  kadar 1,5-2 saatlik yolumuz var. Yolda birkaç tır ve otobüsün birbirine girdiği büyükçe bir kaza olmuş. Bu yüzden yolumuzu değiştirmek zorunda kalıyoruz. Eğer bu değişikliği yapmasaydık, yemeğimizi yoldaki lokantalardan birinde yiyecektik, ama otele kadar bir yerde mola verme imkanımız olmuyor yeni güzergahımızda. Aslında iyi de oluyor. Çünkü akşam yemeği için Mestre’nin merkezine gitmek zorunda kalıyoruz. Burada başka bir otelin restoranında makarna, salata, tavuk ve dondurmadan oluşan oldukça zengin bir menü ile doyuruyoruz karnımızı.

Yarın Venedik, Murano ve Burano gezimiz olacak. İtalya’daki son günümüze birçok güzellik sığdırılacak. Dönmek zamanı yaklaşıyor artık…

7. Gün (BURANO - MURANO - VENEDİK)

Bugün İtalya’daki son günümüz. Zamanı en iyi şekilde değerlendireceğiz. Yapılacak çok işimiz var. İlk olarak otelden otobüse biniyoruz. Burano ve Murano adalarına, oradan da Venedik’e geçmek üzere motora biniyoruz. Motorumuz Venedik’teki deniz otobüsü sayılabilecek Vaperettolardan daha küçük. Ama bizim tura yetecek büyüklükte.


İlk olarak dantelleriyle ünlü bir balıkçı köyü olan Burano adasına gidiyoruz. Adanın ünü her ne kadar danteller dolayısıyla yayılsa da, gökkuşağını kıskandıracak güzellikteki renkli evleri bence daha çok akılda kalıyor. Yerleşim yeri küçük kanallar üzerinde, çok sayıda köprü ile bağlantı sağlanıyor. Evlerin bu şekilde rengarenk olmasının sebebi, balıkçılarının sarhoşken evlerini rahat bulmalarını sağlamakmış. Bilmiyorum gerçekten işe yarıyor mu ama, kasabanın görüntüsü oldukça keyifli hale gelmiş bu sayede. Yanyana aynı renkte ev göremiyoruz. Hatta belki bir renkten sadece tek bir ev bile olabilir. Mavinin, yeşilin, sarının, kırmızının,  pembenin, morun envai tonunda kutu gibi  evler. Sanki legokent gibi... Yaklaşık iki saat boyunca gezmeye doyamadan dolaşıyoruz Burano sokaklarında. Evler, öyle çok bakımlı değil. Belki de nem nedeniyle kolay yıpranıyorlar. Ama neredeyse her evin kapısında, balkonunda, penceresinde ya da duvarına asılmış bir kancada sarkan sardunyalar, begonviller, bu küçük legokenti çok daha güzel, unutulmaz kılıyor. Bu arada, adadaki dükkanlarda ya da tezgahlarda gördüğümüz dantellerin güzelleri çok pahalı,  uygun fiyatlı olanları ise Çin malı... Sadece bakmakla yetiniyoruz.


Turdakilerle buluşma saatimiz gelince bu kez cam işleriyle ünlü Murano adasına geçiyoruz. Ama Murano gezimiz motorla yanaştığımız cam fabrikası ile sınırlı kalıyor. Fabrikada cam işlerinin nasıl yapıldığına dair küçük bir şov izliyoruz. Cam ustası gözlerimizin önünde, bir kaç dakikada harika bir at figürü yapıyor. Oldukça kısa bir alış-veriş molası sonrasında da adadan ayrılıp, Venedik’e geçiyoruz. Bu teleşamızın sebebi, Venedik’teki Gondol randevumuzu kaçırmamak. Çünkü gondolla gezmek için sırada bekleyen o kadar çok turist var ki, biz zamanında orada olamazsak, yerimize gondol sefası yapacak birileri mutlaka bulunacaktır. Murano adasında, cam işlerinden başka Venedik'te göremeyeceğimiz başka bir şey var mı açıkcası bilemiyorum. Öğrenmek için bir daha gelmek şart oluyor.

Neyse ki Murano'yu çabucak terketme telaşımız boşa gitmiyor.Venedik'teki 13:15’teki gondol turuna koşarak da olsa  yetişiyoruz.Altışar kişilik gruplar halinde biniyoruz gondollara. Büyük kanal turu yapıyoruz. Gerçek bir yetenek gondolcularınki. Tek bir kürek hareketi ile koca gondolu, o daracık kanallardan geçirebilmek, ileri, sağa-sola ve geri hareket ettirebilmek bence tam bir yetenek işi. Gondolda ayağa kalkmak ya da  gondol kenarına tutunmak, güvenlik nedeni ile yasak.

 

Sudan sokakları olan bir şehir sanki Venedik. Evlerin pencereleri, balkonları, kapıları kanallara açılıyor. Bazı evlerin önünde bekleyen gondollar var, tıpkı şehirlerde alışkın olduğumuz araba parkı gibi bir şey bu Venedik'te. Gondolla gezerken, fotoğraf çekmek istemiyorum. O keyfi doya doya yaşayabilmek için tüm benliğimle kendimi manzaraya bırakıyorum.  Nasıl olsa, şehri karadan gezme fırsaım olacak. Köprüler, sokaklar arasına saklanmış Venedik o zaman keşfedilebilir. Bu belki de gezinin en keyifli anları. Ben de bu anların hakkını veriyorum kendimce.

1576 yılındaki büyük veba salgınına kadar, şehirdeki gondollar, tıpkı Burano adasının evleri gibi rengarenkmiş. Ama salgın sonrası insanların yaşam renkeleri kararınca, gondollar da siyaha boyanmış. O günlerden sonra da bir daha renklendirilmemiş...Gondol gezisi sona erip de, sıra Venedik'i karadan tanımaya gelince, ilk kez haritamı çıkarmıyorum çantadan. Sokak sokak, köprü köprü gezerek, daracık sokaklarda kaybolmayı deniyoruz. 

Sokaklardaki mask ve cam eşya dükkanlarının haddi hesabı yok. Ama her birinde farklı güzellikte ürünler sergileniyor. Mask ve Venedik ayrılmaz bir ikili aslında zihinlerde. Şubat ayında yapılan karnavalda, masklarla süslenen yüzler, şehri dünyanın merkezi yapıyor adeta. Mask takan kişi, kimliğini saklamayı ve günlük yaşamın kurallarından, rollerinden kurtulmayı başarıyor. Sosyal sınıflar arasındaki fark da böylelikle unutuluyor. Bu masklar, belki de insanların asıl yüzlerini ortaya çıkarıyor. Herkes nasıl yaşamak, kim olmak istiyorsa, karnaval süresince bunu gerçeğe dönüştürebiliyor. Sonra da yüzlerindeki süslü maskeyi çıkarıp, mutlu insan rolü yapan kalıcı maskeleri ile ruhsuz yaşamlarına geri dönüyor...

 

Kalabalıkla sürüklendiğimiz sokaklardan birinin sonunda Büyük kanal üzerindeki en eski köprülerden biri olan Rialto Köprüsü'ne varıyoruz. Bir zamanlar ahşap olan ve 1500'lerin sonlarında şimdiki haliyle yenilenen bu köprü, sadece iki yakayı birbirine bağlamakla kalmıyor.  Burası da Floransa'daki Vechio  Köprüsü gibi, üzerindeki dükkanlar sayesinde turitlerin en fazla alış-veriş yaptığı yer haline gelmiş. Ama bu kalabalık arasından fotoğraf için bir yer bulduğumda gördüğüm Venedik, hayallerimdeki gibi... Neredeyse 4 km. uzunluğundaki Büyük Kanal'ın görebildiğim kısmı gondollar, vaperottolarla dolu...Kanal boyunca sıralanan binalardan kimilerinin geçmişi 13. yy.la kadar gidiyor. O zamanlardaki zenginlerin zevklerini yansıtan kimi barok kimi gotik tarzda inşa edilmiş bu saraylar olmadan, kanal bu kadar güzel olur muydu bilemiyorum... Kıyıdaki lokantaları karınlarıyla beraber, gözlerini de doyurmak isteyen dünya insanları doldurmuş... Kanal üzerindeki hareketlilik, bir film şeridi gibi saatlerce seyredilebilir belki... Ama aynı görüntüyü içine çekmek isteyen turistlerin arkamdan gelen homurtularına daha fazla kayıtsız kalamadığım için ayrılıyorum oradan.


 


Kanalın karşı tarafında, Nedim Gürsel'in ifadesiyle şemsiye bile açılamayan daracık sokaklardan, dört adımda bitiveren küçücük köprülerden geçiyorum. Suya gölgelenen evlerin arasında ve kanalların ardına saklanmış  küçücük meydanlarda kayboluyorum. Kalbim ve ruhum biraz daha zaman geçirmek istese de buralarda, daralan zamanı da dikkate alarak geri dönüyorum.  Büyük Kanalın başladığı San Marco meydanı'na doğru gitmeye çalışıyorum. Harita hala çantamda. Evlerin duvarlarındaki yönlendirme tabelaları yardımcı oluyor yönümü bulmama... 

San Marco Meydanı, ilk kurulduğunda pazar yeri olarak kullanılmış. Ama pazar yeri olarak kullanmanın bu güzelim meydanı çok kirlettiğini farkettiklerinde vazgeçilmiş bu uygulamadan. Şimdilerde ise, şık cafelerin, mağazaların, galerilerin adresi...  Meydan belki de Venedik'in en alçak alanı olduğu için, sular yükseldiğinde ilk su altında kalan bölge burası oluyor. O yüzden etrafta  böyle bir durumda suyun içine girmeden yürüme imkanı veren zemin yükseltme platformları göze çarpıyor. Bir de akla hayale gelmeyecek çoklukta güvercinler... Ağacın, hatta doğru dürüst toprağın olmadığı bu alanda,  güvercinlerin kendilerine nasıl bir yaşam alanı sağladıklarını bilemiyorum. Ama turistlerle oldukça sıkı fıkı olmuşlar. 


Meydandaki kafelerde günün her saati yükselen canlı klasik müzik ezgilerinin, buraya verdiği  hava da bir başka oluyor şüphesiz.  Melodiler tüm meydanı doldururken, kıyıya yöneldiğimde Küçük Meydan olarak bilinen alanın etrafında gördüğüm yapılar San Marco Kütüphanesi, Dükler Sarayı, Çan Kulesi, Saat Kulesi ve San Marco Kilisesi...

Pembe Verona mermerinden gotik usulde yapılan Dükler Sarayı, Venedik dükalarının ikametgahı ve yönetim merkezi imiş. Bu Sarayın karşısında yer alan, San Marco Kütüphanesinin mimarisi de etkileyici. Ama içeride yer alan nadir eserler, dışarıda görülen bu güzellikten daha etkileyici imiş. Kütüphanenin çaprazına doğru konumlanan, Venedik'in yaşadığı kültür karmasının güzel bir yansıması olarak, Bizans, Gotik, İslam ve Rönesans mimari unsurları ile bezenmiş San Marco Kilisesi, kapısında şaha kalkmış haldeki "Mahşerin Dört Atlısı"nın replikası ile de dikkat çekiyor. 1200'lü yılların başında yapılan Haçlı seferlerinden birine katılan Venediklilerin, İstanbul'u yağmalayarak, buraya getirdikleri Doğu-Batı Roma İmparatorluklarının birliğini sembolize eden heykellerin asılları, kilise müzesinde... Kilisenin ardındaki saat kulesinin tepesinde, her saat çalan çanı döven biri yaşlı diğeri genç adam, zamanın nasıl durmadan aktığını da, meydanda toplanan dünyanın dört bucağından gelmiş insanlara bıkmadan anımsatıyor...
 


Meydanın  kıyısında yükselen iki sütun da bu arada gözden kaçmıyor elbette. Sütunlardan birinin tepesinde San Marco'dan önce şehrin kurucusu olan Bizans kraliçesi Thedora'nın heykeli, diğerinde ise Venedik'in sembolü bronz aslan yer alıyor. Bir zamanlar aralarına kurulan idam sehbalarında insanların öldürüldüğü bu iki sütun arasından geçerek ulaşılan kıyıda ise, Venedikte yaşamın en güzel sembolü olan gondollar, gondollar, gondollar var. 


Venedik'te de gün gondolların, maskelerin, sardunyaların, meydanların ve köprülerin arasından, suyun karanlığına karışmak üzere. Mestre'ye dönmek üzere bizi buraya getiren tekneye doğru giderken sol taraftaki kanallardan birinin arasında görülen Ahlar köprüsüne bakarak, ben de Ah çekiyorum. 

"Ah, İtalya ah!" diyorum."Kimbilir bir daha ne zaman görürüm seni. Bir daha ki görüşmemize kadar, aynen şimdi olduğu gibi koru kendini... Tarihini bilmez kötü insanlardan, doğanın acımasızlığından... Ah, koru kendini, koru, koru..." 
 


Not: Yaptıkları bu güzel İtalya turu ile, gezi anılarıma kattıkları unutulmaz her an için, Tempotur'a (www.tempotur.com) sonsuz teşekkürlerimle.


    

                       

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

Körfez'in İncisi: Karamürsel