"Bilinmeyen bir dilde bana gülümseyen/ Açık bir kitap dünya" der Pessoa. İşte bu yüzden sever bütün gezginler okumayı... Kitapların büyülü dünyasında kaybolurken, merak edersin bazı şehirleri. Olayların geçtiği yerleri, kahramanların yaşadığı evleri, dolaştığı sokakları, yemek yedikleri, oturdukları mekanları görmek istersin... O an çağırır o şehir seni, sürekli
kulağına fısıldar "gel" diye... Lizbon'a Gece Treni'ni okuduğum dönemde, bir sabah yüzümde tuhaf bir tebessümle uyandığımda, gece boyunca gezdiğim o rengarenk evlerle bezeli sokakların
Lizbon'a ait olduğunu biliyordum ve rüyamda gördüğüm o sokaklarda daha önce
gidip gezmemiştim. Şehrin çağrısıydı bu rüya.
Tutkuyla okuduğum bir diğer yazar Saramago'nun kurgu dünyasını besleyen topraklara ilgim bu rüyadan sonra daha da arttı. Geçen kış THY'nin uygun uçak biletleri
arasında Lizbon uçuşu yakaladığımda, bu fırsatı kaçırmamaya, rüyamdaki
gülümsemeyi, içinden geçtiğimiz zor günlerde gülmeyi unutan yüzüme gerçekten
yerleştirmeye niyetliydim. Gezi arkadaşlarım da olur verince, Mart ayının
ortası için, bir haftalık Lizbon-Porto gezisi organize ediverdik hemen.
Uçak bileti almak kolay oldu da, gezi
ekibi farklı şehirlerde yaşayınca, kalacak yer ve gezi planlaması ne yazık ki
son günlere kaldı. Benim için bir rüyanın gerçeğe dönüşmesiydi bu gezi ama,
hepimiz için sıkıntılı bir ülkeden uzaklaşmanın, gülebilen insanlar arasında
özgürce sokakları dolaşmanın, bolca yiyip içmenin adresiydi... Orada
geçirdiğimiz 7 gün boyunca, Lizbon ve Porto'nun gidemediğimiz bir çok yeri,
göremediğimiz nice güzelliği olsa da, harika bir havada, mor salkımların ve
yasemin kokularının eşliğinde yapılmış bu geziden benim not defterime düşen
anıları paylaşmak istedim buradan... Yazının bu bölümü Lizbon'a ait, Porto için
ise bir sonraki yazıya bakabilirsiniz.
Gezi tarihi olarak Mart ayının ortasını seçmek oldukça doğru bir karar olmuştu. Gezinin son gününde yakalandığımız yağmuru saymazsak, Akdeniz'in sıcağına kalmadan, tatlı bir bahar havası eşliğinde tamamladık tüm günleri.
Yolculuk İstanbul'dan başladı. 5 saatlik
bir uçuş sonrasında Lizbon'a vardığımızda güneşli bir havayla buluşmak, şehrin
merhabasının sıcacık içimize işlemesini sağladı. Portela Havaalanı oldukça
büyük. İçeride çok yol yürümek gerekti ama sakin ve düzenli bir havaalanı.
Bizi, kalacağımız evden gelmeden önce istediğimiz, CrossLisbon isimli shuttel
servisi karşıladı.(buradan ulaşabilirsiniz) Şoförümüz Mario oldukça insan canlısı. Yol boyunca bize
genel olarak Portekiz insanını ve Lizbon'u tanıtmak için çabaladı.
Havaalanı ve kalacağımız ev arasında
geçtiğimiz bölge, aslında modern Lizbon olarak tanımlanabilecek yerler. Evlerin
mimarisi herhangi bir yerdekinden farklı değil. Ama geniş caddeler, sakinlik,
düzen yine de dikkat çekici... Mario asıl güzel tarafın, evimizin de olduğu old
town kısmında olduğunu söylüyor. Bize, kalacağımız bölge hakkında genel bir
fikir vermek için yolu uzatıp, semtler-geçişler ve yönümüz hakkında açıklamalar
yapıyor.
Bairo Alto ve Sao Bento arasında bir
sokaktaki evimiz, şimdiye kadar yurtdışında kiraladığımız evler arasında en
hostel görünümlüsü. Aslında fotoğraflarından yakaladığımız görüntü çok iç
açıcıydı. (Lisbon Flores Typical'in 4 odalı evi, bizim kiraladığımız ev) Mutfak
boydan boya Portekizin simgesi mavi-beyaz çinilerle (azulejo) kaplı olsa da,
genel olarak ev bize biraz ruhsuz geliyor. Evde oturup sohbet etmeyi ya da
yemek yapmayı isteyeceğimiz bir sıcaklık yok. Ama hepimizin neredeyse ayrı
kalabileceği şekilde dört oda, iki banyo ve tertemiz yataklar var. Tüm bunlar
da bize yetiyor işte... Eşyaları eve bıraktıktan sonra karnımızı doyurmak ve
biraz da civarı tanımak için dışarı çıkıyoruz.
|
Portekizli şair Eça de Queiroz'un Encarnaçao Bölgesi'ndeki bir parktaki heykeli |
Botanik bahçesine oldukça yakınız. Pedro
caddesi boyunca yürüyerek Tejo Nehrine doğru gidiyoruz. Amacımız sahilde bir
şeyler yemek. Caddeler oldukça dik. Kaldırımlar, bazen tek sıra yürümek zorunda
kalacağımız kadar dar... Ama o daracık sokaklara, caddelere irili ufaklı
sıkıştırılmış yeşil alanlar, parklar, meydancıklar, balkonlar var... İnsanların
buluşup, soluklandığı, sohbet edebildiği özgürlük mekanları... Bizim ilk
akşamki yürüyüşümüz etrafı tanımak için daha çok. Sahile çıktığımız noktada
(Cais do Sodre) pek öyle oturup yemek yiyecek yer yok. Ters arkası geri dönüyor
ve Alecrim Caddesi üzerinde, sahile inerken görüp beğendiğimiz Peixola adlı bir
restorana oturuyoruz. Gençlerin işlettiği modern bir yer. Balık çorbası,
tütsülenmiş somonlu ekmek ve taco üzeri deniz mahsülü alıyoruz. Çorba oldukça
yoğun ve tuzlu, ama deniz ürünleri lezzetli. 5 kişi için 79 EUR ödüyoruz.
Portekiz için yüksek bir yemek ücreti... Ama ilk akşam için bu keyif ve lezzet
hepimize iyi geliyor. Şehri tanıdıkça, daha yerel yerlerden daha uygun fiyata
yemek yemek mümkün, biliyoruz...
|
İlk akşam yemek yediğimiz Peixola |
Ertesi sabah erkenden uyanıp, evin
yakınındaki bir pastahanede, Portekizin simgesi kremalı tart olarak
anlatılabilecek "nata", peynirli tost ve portakal suyu eşliğinde
kahvaltı yapıyoruz. Pastahane, hafta içi olması nedeniyle, işe giden semt
sakinlerinin de tercih ettiği bir yer. Bizim acelemiz yok ama, o telaşlı iş
insanlarını görmek ve tatilde olduğumuzu bilmek, bencilce mutlu ediyor
hepimizi...
Bugün gidilecek ilk adresi Gülbenkyan Müzesi olarak belirliyoruz. Müze için evin yakınındaki Rato istasyonundan metroya biniyoruz. Bu istasyondan günlük metro bileti alıyoruz. Bu süre boyunca limitsiz şekilde toplu taşıma araçlarının her birini kullanabiliriz. Müze alanı içerisindeki bahçe, "Park de Palhava" gerçekten çok güzel. Her tarafta ördekler, cıvıl cıvıl öten kuşlar, küçük kanallar ve su birikintileri var. Müze öncesi, yeşil rengin sunduğu bu görsel şölen mest ediyor hepimizi. Her şehrin bir rengi, kokusu kalıyor aklımda ya, akşamdan sabaha edindiğim izlenimle bu şehrin rengi erguvan, kokusu da akasya oluyor sanki... Kimi yerlerde mor salkımlar ve portakal ağaçları da çiçeğe dönmüş. Yeşil olan yerlerdeki kokular envai çeşit... Ama en çok erguvanlar ve akasyalar var... Lizbon'a mor renk çok yakışıyor. Belki bu yüzden, farklı mevsimlerde mor renkte çiçek açan ağaçlarla kaplamışlar şehri... Mart ayında erguvanlar,mor salkımlar, mayıs ve eylül arasında ise jakarandalar şehrin her yerindeler. Belki bir dahaki gelişimi Mayıs ya da Eylül ayına denk getiririm diye bir hayal kuruyorum şimdiden. 😃
|
Park de Palhava'dan manzaralar |
|
Park de Palhava'dan manzaralar |
|
Park de Palhava'dan manzaralar |
Bu güzel parkı bırakıp, kapalı alana
girmek istemese de canımız, içerideki kolleksiyonu da merak ediyoruz.
Gülbenkyan, petrolden kazandığı servetini sanat eserlerine yatırmış, İstanbul
doğumlu bir Ermeni... İngiltere'ye yerleşmiş sonraları ama, 2. Dünya savaşı
sırasında İngiltere Türk asıllı bu petrol tüccarını istemeyince, Gülbenkyan
dillere destan sanat eserleri ile birlikte kendini Portekiz'de bulmuş. Tüm
hayali, yıllar boyunca biriktirdiği sanat eserleri kolleksiyonunu tek bir yerde
sergileyebilmekmiş. İşte gezeceğimiz müze, bu kolleksiyonun 1969 yılından beri
sergilendiği yer.
|
İpek Dokuma Hereke Halısı |
|
İznik Çinisi |
|
Gülbenkyan Müzesi'ni ziyarete gelen ilkokul çocukları |
|
Gölgedeki teknede Uyuyan Kadın ve Çocuk-John Singer SARGENT |
|
Mine, altın ve elmasla süslü "Yusufçuğun Göğsü" broşu |
Müze girişinde aldığımız bilet, Müzenin
özel kolleksiyon kısmını ve Modern Sanatlar Müzesini de kapsıyor. Ama şehirde
gezilecek o kadar çok yer varken, kapalı yerde zaman geçirirken yorulmak
istemiyoruz ve müzede hepimizin en çok merak ettiği özel kolleksiyon kısmını
gezmeye karar veriyoruz sadece. Bu bölüm, doğu ve batının harmanlandığı
eserlerin karmasından oluşuyor. En can alıcı eserler, Gülbenkyan'ın Türkiye'den
topladığı çiniler, halılar, dokumalardan oluşuyor. Rubens'ten, Rembrandt'tan, Manet'ten,
Monet'ten, Degas'tan sergilenen resimler de çok etkileyici. Sadece bu bölümü
gezmek bile yarım günümüzü alıyor. Yorgunluğumuzu müze kafesinde, bahçeye
bakarak içtiğimiz kahvelerle gidermeye çalışıyoruz.
|
Comércio/Özgürlük Meydanı |
Günün geri kalanındaki rotamızı
"Belem" tarafı olarak belirliyoruz. Belem'e gidebilmek için, Comércio
meydanından tramvaya binmemiz gerekiyor. Oraya kadar gitmişken, meydanı da
geziyoruz. Meydanın bir cephesi nehre açılıyor, diğer üç tarafındaki revaklı
binalar, geçmişte kraliyet sarayı olarak kullanılmış. Meydanın ortasında 1755
depremi sonrasında yerle bir olan şehrin, yeniden inşa edilmesi sırasında
hükümdar olan Don Jose'nin bronzdan yapılmış bir atlı heykeli var. Meydan
öylesine geniş ki, bugün dünyanın dört bir yanından gelen turist kalabalığını,
geçmişte ise düzene direnen Lizbon halkını rahatlıkla ağırlıyor...
|
Keşifler Anıtı-25 Nisan Köprüsü ve karşı kıyıda Cristo Rei |
Comércio meydanının hemen arkasında şehrin
dört bir yanına giden otobüs ve tramvayların durağı var. Biz de buradan 15
numaralı tramvay ile Belem'e geçiyoruz. Belem şehir merkezinden biraz uzak.
Tramvayla yolculuk, yaklaşık yarım saat sürüyor. Belem'de ilk gördüğümüz yer
ise Keşifler Anıtı (Padrao Dos Descobrimentos) oluyor. 1960 yılında yekpare
betondan yapılmış anıt, bir gemi formunda. Üzerinde Portekizli kahramanlar,
kaşifler, denizciler var...
|
Belem Kulesi |
Buradan sahil boyunca yürüyüp Lizbon'un
simgesi olarak kullanılan Belem Kulesi'ne gidiyoruz. Tejo Nehrinin ağzını
korumak için 1500'lü yılların başında inşa edilmiş kule, bugün kıyıya oldukça
yakın olsa da 1755 depremi öncesinde nehrin yatağı değişmemişken, neredeyse
nehrin ortasında duruyormuş. Kulenin ya da Keşifler anıtının tepesine çıkmak,
hiçbirimizin içinden gelmiyor. Sonuçta göreceğimiz Tejo Nehri... Öyle ufka
bakıp, Akdeniz'in sonundaki özgürlükleri hayal etmek için de yukarılara çıkmak
gerekmiyor zaten😉
|
Jeronimos Manastırı |
Kule sonrasında Jeronimos Manastırı
önünden geçiyoruz, ama Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan manastırın içine
girmiyoruz. Gün boyunca yaptığımız kısa mesafeli yürüyüşlerin toplamı, oldukça
yoruyor bizi. Manastır önündeki kalabalık da korkutuyor gözümüzü. Buranın
ziyareti de bir dahaki gelişlere kalsın diyoruz😊
|
Pastel de Nata |
Şehir merkezine dönmeden önce, buraya
kadar gelmişken Belem'in meşhur Pastel de Nata'sını (kremalı tart) tadacağımız
Belem Pastanesinde (Antiga Confeitaria de Belém) biraz mola veriyoruz.😋
Sabah evin oradaki pastahanede yediğim Nata ile buradakinin lezzeti arasında
gerçekten fark var. Belki buradakilerin sürümü çok fazla olduğu için daha taze
ve daha yumuşak... Ama kremasının da lezzeti daha hafif gibi geliyor bana.
Pastahanenin ortamı da çok güzel. Çinilerle bezenmiş iç içe odalardan geçerek
ulaştığımız bahçede, oturmaya bir yer bulmuş olmamız çok mutlu ediyor bizi.
Buraya kadar gelmişken LX Factory'i de
görelim istiyorum. San Francisco'daki Golden Gate köprüsünü anımsatan devasa 25
Nisan köprüsünün ayaklarının neredeyse dibindeki eski bir fabrika binası LX
Factory. Arazi içindeki eski depolar ve fabrika binası, bugün şık butiklerin,
sevimli kafelerin, tasarım atölyelerinin ve Ler Devagar isimli harika bir
kitapevinin ev sahibi. Diğer mekanlar neyse de kitapevi, şimdiye kadar
gördüklerimin en iyisi... İnsana hayal dünyasında yolculuk yaptırır cinsten...
|
LX Factory'deki depolardan birinin duvarındaki yerleştirme |
|
Ler Devagar Kitapevi |
|
LX Factory içindeki tasarım atölyelerinden biri |
Günü akşam emeği ile sonlandırıyoruz.
Amacımız Mercado 31 de Janerio'da güzel bir balık yemek iken, yerel marketin
kapalı olduğunu görüyoruz. Çünkü Market 9:00-18:00 arası açıkmış. Bunun üzerine
evin yakınında "Pao a Mesa" adlı bir bistroda yiyoruz balığı. Hiç de
fena bir lezzette olmaması mutlu ediyor hepimizi. Günün sonunda 16 km. yol
yürümüş olmanın yorgunluğu ile dönüyoruz eve...
Sonraki sabah kahvaltımızı evde yapıyoruz.
Yanımıza da öğlen yemek üzere, ekmek arası bir şeyler hazırlıyoruz. Bugün Lizbon
sokaklarında kaybolmaya, gözümüzün değdiği her güzelliği yakalamaya kararlıyız.
Sonuçta buradaki son günümüz.
|
Amelia Rodrigues'in evi |
İlk olarak 28 no.lu tramvaya binmeye karar
veriyoruz. Sıcak ve kalabalık bastırmadan binebilirsek tramvaya, Lizbon'u bu
tarihi araç içinden görmenin daha keyifli olacağını düşünüyoruz. Durağa
giderken yolumuz üzerindeki Amelia Rodrigues'in evinin fotoğraflarını çekiyoruz
dışarıdan. Ev, bizim evin sokağının sonunda. Ama bizim evin önünde olduğumuz
saatlerde, henüz ziyaret saati başlamamıştı ne yazık ki... Fransızlar için
Edith Piaf neyse, Portekizliler için de Amelia Rodrigues o... Uzun deniz
yolculuklarına çıkıp da dönemeyen denizciler için söylenmeye başlanmış
Fado'ların en güzel sesi. Şarkılarında acıyı, tutkuyu, kederi, özlemi,
hayal kırıklığını yani hayatı öyle içten dile getiren bir sanatçının
1950'lerden ölümüne kadar kendi hayatını geçirdiği evini görmek ilginç
olabilirdi belki ama, bunu da bir dahaki gelişlere bırakıyoruz.
|
Parlemento Binası |
|
Parlemento binasının önündeki kendi halindeki sokaklar, evler.. |
Buradan yola devam ettiğimizde karşımıza
Parlamento Binası çıkıyor. (Palacio Da Assembléia) Bina ziyarete kapalı ama girişinde sadece iki muhafız var nöbette. Öyle yüksek duvarlar veya yoğun bir
güvenlik önlemi görmeyince şaşırıyor (!) insan. "Bunlar hiç mi korkmuyor artık
halktan" diye☺... 40 yıl diktatörlük yaşadıktan sonra, kazanılan özgürlük ve demokrasi sonrası bütün taşlar yerine oturmuş demek ki... Seçilenlerde değil, seçenlerde tüm maharet. Ne diyelim, darısı başımıza olsun.
|
Güzergahı nedeniyle en popüler tramvay hattı No:28
|
Parlamento binasının az yukarısından geçiyor 28 no.lu tramvay. Oraya yöneldiğimizde tesadüfen tramvay da geliveriyor. Biz ring olacağı düşüncesi ile gelene biniyoruz, yönüne aldırmadan. Ama bindiğimiz tramvay gitmeyi düşündüğümüz istikametin tersine doğru gidiyor. İnmiyor, oraları da görür devam ederiz diyoruz. Ama son durağa vardığımızda neredeyse yarım saat, yeni tramvayın kalkmasını bekliyoruz. Tramvaylar ring yapmıyormuş 😡 tecrübe ile öğreniyoruz.
|
Campo de Santa Clara |
Yokuş aşağı, bazen yukarı, daracık
sokaklar arasında giden tramvay oldukça keyifli ama, cumartesi olması sebebi
ile sanırım, umut ettiğimizin aksine oldukça kalabalık. Her kafadan bir ses
çıkıyor. Küçücük araç içinde onlarca farklı lisanda konuşan insan sesi var. O
kalabalık içinde bizim ekipten kimsenin tramvay keyfi yapası olmuyor. Grup bir
an önce inme telaşına kapılınca, bit pazarına yakın olduğunu düşündüğüm Campo
de Santa Clara'nın önündeki durakta iniyoruz. Bingo! Durak bit pazarına yakın
değil, bit pazarının durağı...
|
Hırsızlar Pazarı |
|
Hırsızlar Pazarı |
Biraz pazarda (Feira da Ladra)
oyalanıyoruz. Burası Hırsızlar Pazarı olarak anılıyor, ama sergilenen ürünler
bugünlerde hırsızlık malı olmasa gerek. Keyifli bir yer ve oldukça büyük. Eski
Portekiz duvar çinileri, tabaklar, fincanlar, takılar, kıyafetler ... Zaman çok
olsa belki daha detay gezilip, çok farklı ve zevkli antika parçalar bulunabilir.
Ama biz göz ucu ile bakarak, bulabildiğimiz farklı ürünlerle mutlu oluyoruz.
Pazar yeri içinde kalan, kapalı sabit pazar alanının köşesine konuşlanan
müzisyenlerin gerçekten muhteşem melodileri arasında kalabalıktan sıyrılmak
keyif veriyor. Ekip bir araya gelince, müzisyenlerin hemen yanı başındaki
kafede, kahve ve bira molası veriyoruz.
|
Hırsızlar Pazarı'ndaki sabit pazar önü |
Buradan sonra hedef aslında teraslardan biraz Lizbon'u seyretmek, kaleye çıkmak ve Alfama sokaklarında vakit geçirmekti, ama grup dünkü yorgunluk üzerine fazla yürümek istemeyince kalabalığın içine karışıyoruz.
|
Castelo de Sao Jorge girişinde, yemek molası veren çakma Fernando Pessoa😃 |
Nereye gittiğimizi bilmeyince de doğal
olarak kayboluyor ve daha çok yol yürümek zorunda kalıyoruz. Amaçsız
savrulmalar, hepimizi yorunca, Kaleyi görme fikrine sıcak bakıyor herkes. Ama
orası da o kadar kalabalık ki... Kale civarında biraz zaman geçirip, hedefsiz
gezmenin zor olduğuna karar verip, yarın için Porto tren biletlerini
almak üzere Rosso istasyonuna gidiyoruz. Ama Rosso istasyonunda, Porto için
tren bileti satılmıyor😡
|
Rosso İstasyonunun Girişi |
S.Apolonia İstasyonuna gitmemiz
gerekiyormuş. Sakinleşmek için Rossio meydanına bakan bir kafede oturup, birşeyler
içelim, nata yiyelim diyoruz. Nata, Portekiz'de her derde deva... Dinlendikten sonra yeniden günlük metro bileti
alıp, S.Apolonia istasyonuna gidiyoruz. Tren biletlerimizi aldıktan sonra,
yeniden gezmeye kaldığımız yerden devam ediyoruz.
|
Satir ustası, şair Antonio Riberio Chiado heykeli |
Metro ile Baxia-Chiado istasyonuna
geçiyoruz. Yer üstüne çıktığımız nokta Chiado'un heykelinin bulunduğu alan
oluyor. Yakında Lizbon'un en ünlü porselencisi Vista Alegre var. Orayı
geziyoruz. Sonra Pessoa'nın sürekli gittiği kafe A Brasileira'ya uğruyoruz.
Kafenin önünde Fernando Pessoa'nın bronz bir heykeli var. Garrett Caddesi boyunca
devam edip Santa Justa asansörüne doğru ilerlerken Lizbon'un 1732'den beri
faaliyet gösteren en eski kitapevi Bertrand'a uğruyoruz. Kitapevinde, Orhan Pamuk
kitaplarına ayrı bir stand açılmış olması çok hoşuma gidiyor. Ama onun dışında, öyle tarihi bir mekanda geziyormuş hissi veren bir yapı değil kitapevi. Bugüne uyum sağlaması için, sanki yıllar içinde çok bakım görmüş ve bu bakımlar onu geçmişin büyüsünden uzaklaştırmış gibi...
|
Kafe A Brasileira önündeki Pessoa'nın bronz heykeli |
|
Bertrand Kitapevinde Orhan pamuk Sandı |
Sonrasında cadde boyunca yürüyüp, şehrin
en hareketli sokaklarını görüyoruz. Santa Justa Asansörünün olduğu bölge çok
kalabalık. Eiffel'in öğrencilerinden biri tarafından inşa edilen bu ilginç
yapı, bana İzmir'deki asansörü anımsatıyor... Lizbon'un dik yokuşlu sokaklarına
bu tarz asansörler ve fünikülerler çok yakışıyor gerçekten.
|
Santa Justa Asansörü |
|
Dizleri titretecek diklikteki yokuşu bir çırpıda çıkan Gloria Füniküleri |
Adımlarımız bizi yine Praça de
Commercia'ya götürüyor. Meydanda biraz oyalandıktan sonra, yakınlardaki Casa
dos Bicos'yı da görelim istiyoruz. Noktalar evi olarak bilinen yapı, 1755
depremi öncesinde yapılmış ve elmas şeklindeki cephe taşlarının yapısı ile
dikkat çekiyor. Bugün binanın sadece ön cephesi orijinalliğini korusa da, geçmiş
zamanlarda Portekiz'de süregelen zengin ve gösterişli yaşamın bir ipucu
aslında... Önünde tadilat olduğu için Bicos'ın fotoğraflarını uygun açıdan
çekmek mümkün olmuyor, ama bina gerçekten Lizbon'un en ilginç binalarından
biri.
|
Casa dos Bicos |
Buradan metro ile evin oraya gitmeye
niyetleniyoruz. Yolda karşımıza yine 28 no.lu tramvay çıkıyor. 2 durak
gidip, Timeout matketin önünde metroya binmek için iniyoruz. Ama oraya kadar
gitmişken, timeout'u da yakından görmek istiyoruz. Oldukça kalabalık, akşam ve
cumartesi olduğu için sanırım. Oturmadan çıkıyoruz marketten. Akşam yemeğini
dün akşam oturduğumuz Pao a Mesa'da yiyerek günü sonlandırıyoruz. İtiraf edeyim
çok yorulmuşum. 😝
|
Sao Pedro de Alcantara terasından Sao Jorge Kalesi, Alfama civarı |
|
Sao Pedro de Alcantara terası |
|
Sao Pedro de Alcantara terasından Lizbon'a veda |
Ertesi gün Porto'ya saat 14:00'deki trenle
geçeceğimiz için, sabah ev civarında sakince son turlarımızı atıyoruz. Lizbon da tepeler üzerine kurulmuş dünya şehirlerinden biri. Ama burada tepeler, seyir terasları ile dolu. Bu sakin günde yapılacak en güzel şeyi yapıyor ve yakınlardaki Sao Pedro de Alcantara Mirador'unda biraz oturup, harika bir sokak müziği eşliğinde şehrin diğer tepesindeki Sao Jorge Kalesi'ni, Alfama bölgesini izliyoruz. Sarı, yeşil, kırmızı renkli tramvaylar tırmanıyor dik yokuşları, tuktuklar girip çıkıyor sokaklara... Sabahın erken saatleri olmasına rağmen insan hareketliliği de var. Müzik hiç bitmesin istiyoruz, güneş hiç çekilmesin tepemizden, yüzümüzdeki gülümseme, içimizdeki ferahlık kalsın bizimle...
Pessoa'nın sözleri geliyor aklıma yine, "Duygu, şimdiki zamana muhtaçtır, o an geçtikten sonra sayfa kapanır ve hikaye sürer, öykü ise biter" diyen sözleri... Bu duygu hiç bitmesin, bu sayfa hiç kapanmasın istiyoruz. Hikayeye kaldığımız yerden devam etmek için Lizbon'a veda ederek Porto'ya doğru yola çıkıyoruz...
Yazdıkların ve kadrajın çok iyi Sonatcım...ne güzel yapmışsın..belki bir gün bir yerde yolumuz kesişir.
YanıtlaSilTeşekkürler Üstad. Keşke...
SilHer yönüyle (kremalı tart dahil) çok güzel bir gezi olmuş.. daha nicelerine inşallah ♥️
YanıtlaSilİnşallah canım... Böyle güzel bir geziyi bir gün birlikte de yapacak ve anılarımıza bir güzellik daha ekleyeceğiz...
YanıtlaSilDuy bizi evren (Serhat sen de duy:-) )