Mavi Beyaz Çinler Diyarı: PORTO


(Lizbon'dan kaldığım yerden yolculuğa devam)

Lizbon-Porto arası tren yolculuğu öyle eşsiz manzaralara bakarak geçmiyor ne yazık ki... Tarlalar, küçük köyler, sanayi tesisleri... Dünyanın herhangi bir yerindeki, herhangi bir yol kıvamında işte... Ama bu sıradan yolculuğa bile heyecan katmayı başarıyor ve Porto'ya geldik düşüncesi ile bir istasyon öncesinde trenden iniveriyoruz. Allahtan yaptığımız hatanın farkına, tren hareket etmeden varıyoruz da, günün geri kalanı rezil olmuyor...

Porto'da Campanha istasyonundan kalacağımız eve taksi ile gidiyoruz. 11 EUR tutuyor taksi. Ev Porto'un kalbinde. Harika bir şekilde iç restorasyonu yapılmış, klasik bir Portekiz evi. Dış cephe azulejolarla kaplı... Ama öyle güzel düzenlenmiş ki, hepimizin yüzü gülüyor. (buradan bakabilirsiniz)
Flores Caddesi üzerinde kafeler
Eve yerleştikten sonra akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz.  Yemek yiyeceğimiz yer "Traça" adlı bir restorant. Flores caddesi girişinde. Küçük bir yer olduğu için rezervasyon yaptırıp civarı gezmeye başlıyoruz. İlk izlenim, Porto'nun Lizbon'a göre çok daha güzel olduğu yönünde. Porto'nun 3. kez Avrupa'nın en güzel şehri seçilmesi tesadüf değil gerçekten de... Dükkanlar, sokaklar çok etkileyici... Hayat daha hareketli. Tipik başkent-yaşayan kent farkı aslında. Gündüz gözü ile göreceklerim eminim çok daha cazip gelecek. Daha ilk akşamdan beğendiğim o kadar çok şey oluyor ki... Gündüze erteliyoruz hayallerimizi. Bu ilk gecemiz yerel lezzetler ve güzel sohbetlerle sonlanıyor.

Flores Caddesinde bir sahaf. Kapının ardındaki hazineyi görmemek mümkün mü? 

Zaman makinesinesinin içinde yol alır gibi... Flores Caddesinde bir başka sahaf vitrini.
Sonraki gecelerde kapalı olacağını bilseydik, buraya mutlaka girmez miydik? 
Porto'da uyandığımız ilk güne, tekne turu ile başlama niyetindeyiz. Sabahki bulutlu hava, izleyen günlerde yağmur olabilir endişesi yaratıyor hepimizde. Sonuçta Mart ayındayız ve yağmur bu mevsim için sürpriz bir hava durumu değil.

Douro nehri evin dibinde. Sahil boyunca bir çok iskele var. Her yarım saatte bir, iskelelerden ayrı bir gezi teknesi kalkıyor. Biz "Porto Cruz"u tercih ediyoruz.  Tur bileti, nehrin karşı tarafındaki Gaia bölgesinde aynı adlı yerde şarap tadımını da kapsıyor. (Biletler kişi başı 15 EUR) Ama Pazartesi günü kapalıymış şarap tadım yeri. Bugün gezip, yarın tadım yapacağız mecburen... Tekne gezisi zamanına kadar, Riberia Bölgesi sahilinde oturup kahve içiyoruz biz de. Unesco'nun Dünya Mirasında yer alan bir yer Riberia. Bitişik nizam, rengarenk evleri, bu bulutlu Porto sabahına bile keyif veriyor.
S.Joao Caddesinden Douro Nehri  kıyısına inerken rengarenk evleriyle Riberia bölgesi
Cubo da Riberia

Tekne turu yaklaşık 45 dakika sürüyor. Nehir üzerindeki 6 köprüden dördünü ve nehrin sağında-solunda yer alan önemli binaları, lokalleri anlatıyorlar gezi boyunca. Luis köprüsünün üst taraflarına denk gelen 12. yüzyıldan kalma Romaneks yapı Se Katedralini, karşı kıyıdaki Gaia Bölgesi'nin tepesine konuşlanmış Serra do Pilar Manastırını, Şarap mahzenlerini ve teleferiği, ortaçağ tarihini yansıtan pek çok bina ile göze çarpan Cais da Riberia bölgesini, kıyıdaki Porto Şarap Müzesini, buranın üst taraflarına denk gelen Kristal Saray Bahçelerini...

Dünya kültür mirası listesine alınmış bir şehir Porto. Ama gördüğümüz hiçbir güzellik, İstanbul'da bir boğaz turunun sunduğu güzellikten daha etkileyici değil...Buna rağmen, eskiyi koruma ve pazarlama başarıları takdire değer. Riberia'daki tarihi evlerin ardından gökdelenler yükselmiyor mesela. Sahil yolundan arabalar geçsin diye, nehri doldurmaya da kalkmıyorlar... Restore edilen binaların camlarına daha sağlam olsun, rüzgarı-sesi geçirmesin diye pimapen takmıyorlar... Dış cepheleri kaplamış, yerel tarihi çinileri kırıp dökmek, üzerine "Ricardo Nadine'i seviyor" yazmak gelmiyor akıllarına...
Tekne'den Riberia ve Luis Köprüsü

Luis Köprüsü ve Porto'nun karşı kıyısında Gaia Bölgesi ile tepedeki Serra do Pilar Manastırı
Tekne turu sonrasında hava kapalı olduğu için, biraz tedirgin geziyoruz şehri... Sabah şöyle bir baktığımız Riberia evlerini doya doya fotoğraflıyoruz bu kez. Buradan Luis köprüsüne bakmak, nehirdeki ve sahildeki hareketliliği izlemek, kocaman martıların çığlıkları arasında hayallere dalmak iyi geliyor hepimize. Güneş bulutların arasına saklansa da, içimizi aydınlatan bir manzara var karşımızda.


Kıyıdan Riberia

Douro Nehrinden Sé Katedrali
Sahilden, şehrin iç kesimine doğru gidiyoruz sonra. Şehrin her tarafı müze gibi. Portekiz çinileri ile kaplı rengarenk binalar, binaların altında her biri birbirinden farklı seramik ürünleri, çiçek tohumu, çikolata, sardalye satan mağazalar attığımız her adımda bizi biraz daha bağlıyor bu şehre. Hem ruha, hem mideye iyi gelen lezzet durakları ile kaplı sokaklar...
Lojada Conservas- Mouzinho Caddesi üzerindeki sardalyacı. Raflardaki çeşit inanılmaz...
Salına salına yürüyerek, Liberdate anıtının ardındaki Aliados meydanına çıkıyoruz. Lizbon'daki Özgürlük Meydanı kadar büyük değil buradaki meydan. Ama sonuçta bir meydan yine de. İnsanların toplanabildiği, oturup sohbetler edebildiği, buluşabildiği,  özgürlüğün sadece adında değil ruhunda olduğu... Buradan, şehrin İstiklal caddesini andıran alışveriş caddesi Santa Caterina'ya geçiyoruz. Amacımız alış veriş değil elbette. Porto için neredeyse her kaynakta olmazsa olmazlar listesinde yer alan tarihi "Majestic Cafe"de keyif yapmak istiyoruz.
Aliados Meydanı

Santa Catarina Caddesi
Kafe, gerçekten kapısından girildiği andan itibaren, insanı zaman içinde yolculuğa çıkarıyor adeta. Dekorasyonu, çalışanlarının zerafeti, menüsündeki lezzetleri sunuş biçimleri bu zamana ait olmayan bir yerdeymiş gibi hissettiriyor... Tatlı menülerinin her biri ayrı güzel. Bizde kahve ve çay eşliğinde yemeye alışık olduğumuz tatlılar, burada şarap ve şampanya eşliğinde ikram ediliyor. Üstelik her tatlının şarabı, o tatlıya en güzel lezzet uyumunu sağlayacak şekilde sunuluyor. Burası, Porto gezimizin izleyen günlerinde hep geldiğimiz, olmazsa olmaz lezzet durağımız oluyor. 😋
Majestic Café'de, canlı piyano müziği ve bembeyaz kıyafetli garsonların güleryüzlü hizmeti eşliğinde yorgunluk atarken
Porto'yu gezerken güçlü ayaklar dışında hiç bir şeye ihtiyaç duymuyor insan. Çünkü, şehre ilk kez gelen birinin gezmeyi düşüneceği neredeyse her yere, yürüyerek ulaşmak mümkün. Yürünen her sokakta da bir sürprizle karşılaşmak... Ama itiraf ediyorum, gezmenin en çok hoşuma giden biçimi, yeni gördüğüm şehrin sokaklarında bu şekilde yürümek oluyor... O zaman, şehrin ruhuna daha çok dokunuyor gibi oluyorum.

Gün boyu ıslanmadan gezebilmiş olmanın huzuru ile akşam yemeğimizi bu kez güzel evimizde yemeye karar veriyoruz. Biraz yemek alışverişi yapıp gidiyoruz eve. Karnımız doyduktan ve dinlendikten sonra da yine şehrin görmediğimiz noktalarını keşfetmek üzere çıkıyoruz sokağa.
Sé Katedrali
Sé Katedrali avlusundan ışıl ışıl Porto
Akşamki hedefimiz, Se Katedrali oluyor. Katedral 12.yüzyılda yapılmış ama bugün bizim gördüğümüz haline gelene kadar, bir çok restorasyon, renevasyon yaşamış doğal olarak... Yine de konumu açısından, Porto'nun en güzel yerinde olduğunu söylemek mümkün. Önündeki terastan seyredilebilen Porto ve Douro nehri manzarası, gece ışıklarının da etkisi ile oldukça güzel...

Katedral sonrası Louis Köprüsünün, tramvay ve yaya için açık olan üst tarafına gidiyoruz. Arkadaşlar, köprünün ortalarına kadar yürüyüp, Porto'nun biraz da gece fotoğraflarını almak istiyorlar ama, benim için küçücük korkulukların kenarına tutunup, o kadar yüksekten şehre bakmak imkansız...😱 Douro nehrinin üzerindeki en etkileyici görsele sahip, adeta yatay bir Eiffel kulesi havasındaki çelikten yapılmış iki kat köprünün kıyısında durup, şehir ışıklarını izliyorum huzur ve emniyetle...
Foz do Douro'ya bizi götürecek 1 no.lu Tramvay
Ertesi sabah yağmurlu bir hava beklerken pırıl pırıl bir güne uyanmış olmak hepimizi mutlu ediyor. Sanki hayallerimiz gerçek olsun diye Tanrı bize göz kırpıyor... Kahvaltı sonrası hemen İnfante Henrique önünden kalkan 1 no.lu tramvaya binerek, yaklaşık 10-15 dakika süren sahil boyu bir yolculuk ile Porto'nun okyanus kıyısındaki bölgesi FOZ do Douro'ya ulaşıyoruz. (Tranvay ücreti 3 EUR)
Foz do Douro- Atlantik Okyanusu'nun dalgalarının Porto kumsalıyla buluşması
Foz do Douro Sahilindeki park
Douro Nehrinin Atlantik Okyanusuna ulaştığı bu sahilde, beyaz köpüklü kocaman dalgaların, dalgakıranlara vuran sesi, güneş ve rüzgarın deli uyumu hepimizi mest ediyor. Sahil boyunca düzenlenmiş park da çok güzel. Yüzümüzü güneşe dönüp, dalgakıranın kıyısına oturuyoruz... Suyun, rüzgarın sesine, sahilde keyif yapan, balık tutan  Porto'luların sohbetleri karışıyor. Anlamadığımız bir dilde de olsa, huzur kendini çok güzel belli ediyor. Kalbimizle zihnimiz, ruhumuzla bedenimiz arasındaki boşluklar doluyor.  
Foz do Douro'da azulejo kaplı bir ev
Sahilden ayrılırken, keyfimizi katmerlemek için Okyanus manzaralı bir kafe'de oturup kahve içmek istiyoruz. Öğle yemeği servisi başlayacağından, girdiğimiz kafe (Oporto Café) bize kahve ikramı yapmayı, ancak kapı kenarındaki yüksek taburelerde oturmayı uygun görürsek, kabul ediyor. Oturduğumuz taburelerin rahatsızlığına rağmen, okyanusa yazlığa gelen Porto sosyetesini(!) gözleyerek yudumladığımız kahveler iyi geliyor hepimize. Falına bakılmasa da, hayali ve umudu bol yudumlar oluyor boğazımızdan geçen. 
Foz do Douro'da bir başka güzel ev...
Ayrılmadan önce, Foz do Douro'nun biraz da iç kesimlerine girip, insanların yaşadığı yerlerde gezmek istiyoruz. Aslında 3 km.lik sahil boyunca oldukça geniş bir yerleşim var. Ama biz çok uzaklaşmadan, giriş kısmından dalıyoruz sokaklara.  Buradaki sokaklar daracık, evler küçücük... Ama sokağı kaplayan mor salkımlar ve yaseminler, duvarlardaki azulejolar ve tepemizdeki güneş, ferahlatmaya yetiyor içimizi... 
Luis Köprisünü geçebilmiş olmanın mutluluğu ile Gaia'dan Porto manzarası
Günü yarıladığımızın farkına varınca, tekrar Porto merkeze dönüyoruz. Dünkü tekne turu biletlerimiz Gaia bölgesinde şarap tadımını kapsadığı için, Luis köprüsünün bu kez alt kısmından yürüyerek, nehrin karşı tarafına geçiyoruz. Hem yüksekliği daha az olduğu hem de daha fazla koruması bulunduğu için, ben de köprünün bu kesiminden yürüyebiliyorum korkmadan. 😝

Gaia, aslında Porto'dan ayrı bir şehir. Ama bu kadar küçük bir yere, sadece suyun karşısında olduğu için Porto'dan bağımsız bir şehirmiş gibi muamele yapmak ne kadar doğru bilemiyorum. Duoro Nehri'nin, tıpkı Tuna nehri gibi, şehrin birbirinden farklı hayatlarını ikiye bölmesi nedeniyle, bana biraz Buda-Peşte'yi anımsattı bu durum...
Gaia Bölgesinde kıyıda bekleyen, şarap taşımacılığında kullanılan Kaikas'lar.

Gaia'da, her yer şarap tadım atölyesi olarak düzenlenmiş sanki... Kıyı boyunca nehir gezisi için hazır bekleyen tekneler var. Ama buradakiler Venedik Gondollarından hallice, formu farklı tekneler. "Rabelo Boat" diye adlandırılmış bunlar ve içindeki fıçılar da sanırım Porto'da şarabın bu teknelerle taşındığı dönemlere atıfta bulunurcasına kurgulanmış gibi.  Gaia Bölgesinin bir diğer dikkat çeken etkinliği de bölgenin tepesindeki Serra Do Pilar Manastırına çıkan teleferik. Ama ne gondollar, ne teleferik... Biz sokaklara girmek ve şarap tatmak dışında bir şey istemiyoruz burada... Sondan bir önceki günümüzün bu duyguyla dopdolu şekilde gezmekten yorularak sonlanması, işte bu yüzden😏
Gaia Sahilinden ağır ağır Serra do Pilar Manastırına çıkan teleferik

Günlerdir hava durumundan beklediğimiz yağmura, Porto'da geçireceğimiz son günde yakalanıyoruz.  Hava sıcaklığı da oldukça düşüyor. Sabah kahvaltı sonrası evin neredeyse dibindeki Sao Bento tren istasyonuna gidiyoruz nihayet. İstasyonun girişi, Porto'nun en ilgi gören yerlerinden biri. Duvarlardaki 20.000 adet mavi-beyaz Portekiz çinisinin büyüsü, tren kaçırtacak cinsten😜 İçerisi gerçekten çok güzel. Porto'nun mavi-beyaz resimli tarihi kaplamış adeta salonu... Portekiz çinileri zaten genelde  (mavi beyaz olanlar özellikle) bir durum anlatan cinsten. Hayvan figürleri, çiçek ve geometrik desenli olup, rengarenk olanların havası da ayrı. Kiliseler genelde olay anlatan mavi-beyaz azulejolarla kaplı, evler ise rengarenk geometrik desenlerle...Dış cephelerdeki bu süslü kaplamalar, sanırım yapıları nemden de koruma amacı taşıyor.
Sao Bento Tren İstasyonu Girişi
Tren istasyonu sonrasında Porto'nun pazar yerine gidiyoruz. (Porto Mercado do Bolhao) Pazar yeri sebze-meyve, balık, şarap, peynir ve yöresel el sanatları ile dolu. İçerideki kargaşa, yağmurun da etkisi ile biraz daha artmış gibi... Alış-veriş yapan insandan çok, tezgah saçaklarına sığınanlarla dolu etraf. Kalabalıktan, fotoğraf alamıyorum burada, ama internette çok sayıda görseli mevcut. Yağmur hafifleyince, çıkıyoruz merkadodan. Ama, biraz ilerleyince tekrar başlıyor sağanak... Bir tohumcuya giriyoruz bu kez. Türkiye'de dikilecek, güzel çiçek tohumları alıyoruz.
Porto Mercado Do Bolhao - (Fotoğraf internetten)
Çıkışta yürüdüğümüz sokaklarda, Chapel of Souls (Capela Das Almas) çıkıyor önümüze... 18.yüzyıldan kalan bu şapelin komple mavi-beyaz azulejolarla bezenmiş dış cephesi gerçekten çok güzel, ama yağmur yeniden öyle bir artıyor ki hepimiz sudan çıkmış balığa dönüyoruz ve bu halde gezmenin anlamı kalmayınca, kurumak üzere eve dönüyoruz.
Capela das Almas
Yağmur dinince tekrar çıkıyoruz sokağa. Bu son saatlerin hedefi Porto'daki tarihi Kitapevi Lello. Lonely Planet'a göre, dünyanın en güzel üç kitapçısından biri Lello. 4 EUR'ya geziliyor. Ama gerçekten ücret alınıp gezdirilecek bir zarafeti var. Neo-gotik tarzdaki dış cephesi, sanki bir masal dünyasında gibi hissettiren iç bölümü ile mükemmel bir kitapevi gerçekten. Asma kata çıkan kırmızı helezonik merdiven, kitap taşımak için düzenlenmiş zemindeki ray sistemi, harika bir ahşap işçiliği ile kaplı tavanın bir kısmında kitapevini aydınlatan vitraylı bölüm, raflar arasındaki bölmelerde yer alan Portekizli edebiyatçıların büstleri... Hayranlıkla geziyoruz rafların arasında. Ama, kitapevinin halihazırdaki sahipleri, kitapevinin Harry Potter'la artan ününden, kitaplara bakmaksızın fotoğraf çeken turist kalabalığından bıkmışlar biraz...Haksız da sayılmazlar. Benim için de kitapevleri, kütüphaneler gibi sessiz olunması gereken, raflarda dizili hazinenin farkına varılarak gezilmesi gereken özel  yerler... Turist olarak gezilen, sosyal medyada "oradaydım" etiketi ile paylaşılan bir mekanın kitapevi olması her ne kadar güzelse de, sanki mekanın ruhuna biraz aykırı gibi geliyor bana.
Lello Kitapevi'nin neo-gotik tarzdaki dış cephesi önündeki kaldırıma yazar isimleri yazılmış

Lello Kitapevinin dikkat çeken kırmızı helezonik merdiveni ile çıkılan üst katı

Lello Kitapevinin alt katında, baklavalı döşeme kenarındaki raylar üzerinde kitap taşınıyor
Lello'dan çıkınca, Porto'daki son saatlerimizin keyfine varalım istiyoruz. Hedefsizce girip çıkıyoruz sokaklara... Daldığımız her sokakta bir güzellik çıkıyor karşımıza. Gülüyoruz, eğleniyoruz, fotoğraf çekiyoruz bol bol... Porto'yu da anılarımızda gülümseyerek anacağımız şehirler arasına katıyoruz.

Ruha iyi gelen sürprizlerle dolu şehirleri seviyorum. Camdan bir şehre dönüşen Ankara'nın, günden güne kaybolan ruhunu, kilometrelerce ötede, Avrupa'nın neredeyse en uzak noktasında, olağan bir zerafetle korunan yapılar, yardımsever ve tevazu sahibi insanlar, sakin hayatlar ardına sığınmış Portekiz şehirlerinde arıyor oluşum üzüyor beni... Birgün kendi yaşadığım şehrin sokaklarında da, yüzümde böyle bir gülümseme, ruhumda böyle bir ferahlık, kalbimde böyle bir sevgi ile gezebilme hayalimle dönüyorum evime.

Yolculuk düşlerinizin hiç eksilmemesi dileğiyle💗


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

Körfez'in İncisi: Karamürsel