Şubat ayının ardından

Necati Cumalı'nın "Pazar Günü" şiirine, Emre Lüle'nin yorumu Poliplastik duvar heykeli/Dizelerin Renkleri Sergisinden 
Ne planlarla başladığım yılın ikinci ayını, buraya hiç bir şey yazmadan sonlandırdım. Hayat biz planlar yaparken, gülümsermiş bir yerlerden. Gerçekten, 2018'in ilk iki ayı bu sözü doğrularcasına acı sürprizlerle dolu geçti. Peşpeşe gelen kayıplar, hastalıklar... Olmadı, yazamadım bir türlü. Ama, böyle zamanlarda yapabildiğim en doğru şeyi yaptım yılmadan. Bolca kitap okudum. Fırsat yarattım sergiye, konsere gittim. Edebiyat, sanat bildiğim en güzel sağaltıcı.

Şubat ayı boyunca okuduğum kitaplar, beğeni sırama göre şöyle oldu;
 
Jack London'ın Martin Eden'ini yıllardır okumak için elime alıp da, ilerletememiştim. Hani olur ya bazen öyle. Başlayınca bir kitaba araya bir şeyler girer. Okunmuş sayfaların büyüsü bozulur. Yeniden baştan alırsın, olmaz. İçine giremezsin sayfaların. Koyarsın kitabı bir kenara ve doğru zamanın gelmesini beklersin... Gecikmeli de olsa, doğru zamanın bu karmaşık dönem olması ilginç oldu gerçekten. Ama bazı eserlerin neden klasik olduğunu, yıllar geçse de o büyünün neden hiç kaybolmadığını kitabı okurken daha iyi anladım. "Gerçek edebiyat bu işte" dedim. Martin'i de sanal kardeşlerim arasına ekledim.
 
Stefan Zweig'ın Satranç'ı, daha önceden okuduğum bir romandı. Ama nedense Martin Eden sonrası, bildiğim ve sevdiğim bir eserle yola devam etmek, süprizlerden uzak kalmamı sağlayacaktı. Edebiyatta böyle güçlü karakterler okumak iyi geliyor hep bana. Belki de hayat karşısında yenilmemeyi onlara borçluyum. Onca zorlukla, baskıyla baş edebilen insan evlatlarının varlığını, kurgu dünyasında da olsa görmek, harika değil mi sizce de? O yapabildiyse ben de yaparım demediniz mi hiç? 😊
 
Hiç Georges Perec okumamıştım. Uyuyan Adam, geçen ay bir kitapevi ziyaretinde ilgimi çekti ve gerçek bir kazanım oldu kendi adıma. Hayatı askıya alan, zamanı hiçe sayan, kendi varlığını bile önemsizleştiren, sıradanlaştıran bir gencin kendini kaybetme, belleksizleştirme süreci anlatılmış bu kısacık romanda. Kahramanın adı yok. Perec büyük olasılık, adı olmayan hafızada yer etmez düşüncesi ile ad vermemiş kahramanına ama "sen" anlatısı içinde var ettiği kahramanı, adlandırılmadığı için hiç kimse de olabilir ya da bu satırları benim gibi okuyup üzerine alınan okurların hepsi de... Okuduğum her satır çok etkiledi beni. Sanırım "Kayboluş"u okumaya da cesaret edebilirim artık. 
 
Hasan Ali Toptaş'ın yazdığı ve benim okuyup da beğenmediğim bir satırı yok aslında. Gecenin Gecesi, beş resimli öyküden oluşuyor. Her biri birbirinden lezzetli, anılarda çocuk dünyasına yelken açan öyküler. "Öykü", "çocukluk halleri" benim anahtar sözcüklerim sayılır. Yazılanlar bir solukta bitiyor ama tadı damakta ömürlük kalıyor yine.
 
İlginç bir tesadüf oldu "Uyuyan Adam"dan önce "Uyanan Güzel"i okumam. Jale Sancak da kurgusunu, dilini sevdiğim yazarlardan. Ama bu ayın okuma seçkisinde çıta yüksekte olunca, Uyanan Güzel sonlarda kaldı. Yoksa Vahide gibi tatlı bir kadını sevmediğimden değil valla. Adrian'ın kemanının hüzünlü sesini de roman boyunca duyduğuma  yemin edebilirim. Acının, yalnızlığın kokusunu nerde olursa tanırım. Mutlu sonları da oldum olası severim. Güzeldi. Ama diğerlerinin yanında ancak buralara gelebildi.
  
Mehmet Eroğlu yazacak da ben bu kadar az etkileneceğim? Oldu işte...🙈 Kıyıdan Uzakta'da yine, altı çizilerek okunan bir sürü satır oldu şüphesiz. Ama işlenen farklı konuyu, Mehmet Eroğlu tarzı ile bağdaştıramadığım için belki de, bu sefer bana keyif vermedi okuduklarım. Sanırım ben her romanında bana Issızlığın Ortasında'yı, Geç Kalmış Ölü'yü, Yarım Kalan Yürüyüş'ü, Adını Unutan Adam'ı anımsatacak lezzetler, kişiler bulmak istiyorum. Ama yine de, yaşayan yazarlarım içinde en sevdiklerimden olur kendisi.
 
Biyografi seven bir insanım. Bu tarz okumaların, edebiyat dünyasının insani yönlerini su yüzüne çıkardığını düşünürüm. O çok sevdiğim yazarların-şairlerin de aslında oldukça kaygılı, korkulu, yeri geldiğinde ürkek olduğunu, acıların, sevinçlerin edebiyat dünyasının kahramanlarına da, bizler gibi sıradan insanlar  kadar sık uğradığını görürüm. Bildiğim hayatlar bile olsa, bu tarza olan ilgimden çıkan her kitabı okumaya çalışırım. Sıddık Akbayır'ın "Turgut ile Tomris/Bir Bozuk Saattir Yüreğim Hep Sende Durur" güzeldi de, Hüseyin Cengiz'in "Yalnızlığın Başkenti/Bir Cemal Süreya Romanı'ndan aynı tadı aldığım söylenemez.  Okumasam da olurdu dedim.
 
Tüm bu okumalar  arasında daha sık düşündüm hayatı, insanları, ilişkileri... Ne kadar pozitif yaşamaya çabalasam da, bir şey oluyor biri geliyor beni ayaklarımdan tutup dibe çekiyor sanki... Sabah işe gidiyorum, zorla akan trafikte şeridi ortalayıp giden biri mesela. İlk işe o gidecek sanki. Hangi şerit daha akıcı ise gözlüyor, o tarafa geçecek uygun bir zamanda... Ardında trafik karışmış, umurunda bile değil. O biricik, o çok özel ya... Arabayı en usta kullanan o ya... Sürekli bir kendini "salak" hissettirme hali.

Sıraya girdiğin kasadan, hiç izinsiz araya girerek "Çok acelem var, bir parça benimki zaten" diyerek ürününü kasiyere uzatmak, nasıl bir insanlık halidir? Yüzündeki olayı masumlaştırmaya çabalayan sırıtış "Nasıl dumur ettim kerizi" diye aklından geçirdiğinin önlenemez bir işareti... Geçen gün şöyle bir paylaşım yapmıştı Ece Temelkuran "Kurnazlığı zeka zannedenlerin topraklarında, nezaketimiz bizi aptal gösteriyor olabilir. Aldırmayalım..." Nereye kadar aldırmayacağız?

Kendinden "biz" diye bahsedenlerle dolu etrafımız. Hepsinin hayatı ve yaptıkları öylesine önemli ki, sanırsın CERN'de atomu parçaladı.  Sıradan bir işi anlatıyor "Biz böyle yaptık" diyerek oysa. İşte 'yaptıklarıyla' değil, 'anlattıklarıyla' başarıyı yakalayanlarla, hayattaki tek başarısı çocuk doğurmak olan bazı annelerin özelliği bu kendini çoğaltma hali... Sevmiyorum böyle insanları da, böyle hayatları da...

İşte tüm bu aldırmamaya çalıştıkların, bir yerinden kancayı takıveriyor sana. Gezdiğin, giydiğin, yediğin, içtiğin, izlediğin, okuduğun ve tüm bunlardan kendine yarattığın huzurlu yaşam alanı rahatsız ediyor onları. "Ooh, senden rahatı yok valla, gez toz keyfine bak!" diyen diyene... Hayatımı bu hale getirmek için nelerden vazgeçtiğimi ya da yaşadığım her anı güzelleştirmek için nasıl emek verdiğimi görmüyor kimse. Çareyi uzaklaşmakta buluyorum ben de. Beraber gülüp ağlayabildiğim dostlar dışında hiç kimseyi istemiyorum hayatımda... Ya da en güzel dost insanın kendisidir diyorum ve kapatıyorum  konuyu. 😏
   
Neyse işte, zordu Şubat! İyi ki kısa sürüyor diye geçirdim içimden. Yeni ay, yeni başlangıçlar, yeni umutlar demek... Hele ki can dostumdan çocukluğum, ilkgençliğim, dünüm, bugünüm, umutlarım ve hayallerimle dolu neredeyse 40 yıllık mektuplarım, beyaz rengi uzun ömrü, kırmızı rengi sağlık ve gücü simgeleyen, Mart ayının umudu Marteniçka'nın yapıştırıldığı bir zarf eşliğinde ciltlenerek  bana gelmiş, ben bu Mart ayını yıkar geçerim...

O Marteniçkayı da gördüğüm ilk çiçek dalına bağlamak için, uzak diyarlardan buralara gelen gökyüzündeki yaşlı leyleklere selam ederim. 🙋

Yorumlar

  1. Hassas ruhlu, güzel kalpli can arkadaşım benim...

    YanıtlaSil
  2. Sözlerim ulaşacağı kalbi buluyorsa hala, ne mutlu bana.
    Teşekkürler Filiz'cim.🙋

    YanıtlaSil
  3. Canım çok güzel bir yazı. Kitaplar biz kitapseverlerin hayatına bir yerlerden mutlaka dokunuyor hatta zaman zaman yön veriyor değiştiriyor. Bu benim hayatımda çok net olarak vardır. Okuduğum bir kitap hayatımı değiştirecek bir karar almamı sağlamıştır. Diğer yandan kitaplar acılara sıkıntılara nezaketsizliklere katlanmamıza da yardımcı. Bir arkadaşım bana "Kitaplar olmasa ben kaybolurdum." demişti. Keşke daha çok insan okusa ve daha çok hayat kurtulsa..

    Senin yazıların da şu yada bu biçimde pek çok hayata dokunuyordur inanıyorum. Sevgiyle kal.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okumaya sevdalı insanlar, böyle buluyor birbirini işte Aylin. Sanki birbirimize anlatacak daha çok konumuz varmış gibi gelmiyor mu sana da? Okuduklarımız ve yaşadıklarımızla harmanladığımız hayat daha zengin değil mi? Hayallerimiz daha güzel... Umudumuz daha çok...
      Yaşadığım şekilde yazmaya, hayatın bendeki izlerini unutmamaya dair tüm çabam. Bakalım bu yolculuk beni nerelere götürecek?
      Mesajların sonuna adını yazmayı unutma bir dahaki sefere ama olur mu? Dostlukla...

      Sil
    2. Tatlım haklısın. Beceremiyorum bu teknoloji işlerini. Birgün oturalım da bana öğret sen şu yorum yazma hadisesini.

      Dairede heryer herkes birbirindeyken ben güzel yazılar okuyorum, sadece günü yaşıyorum. Yapacağım işleri yapıp kendi hayallerime dalıyorum. Baharın güzelliği sanki benim içimde de çiçekler açtırdı. Gözümde büyüyen işler sıkıntılar daha kolay daha üstesinden gelinebilir görünüyor. Dün akşam gittiğim Zorba balesinin müzikleri dansları kafamın içinde dolaşıyor. Şu ara okuduğum Ahmet Oktay'ın gizli çekmecelerinden birinin içine giriyorum.Sevgiyle kal tatlım bahar gibi geçsin her günün..Aylin...

      Sil
    3. Güzel şeyler izlemek, okumak nasıl iyi geliyor hepimize değil mi Aylin? Yaşadığım bu süreci -iptal etmek zorunda kaldığım konserleri saymazsak- okuyarak keyifli hale getirdim ben de. Geçen haftadan beri Paul Auster'in 4321'inin içinde kayboluyorum. Böyle bir şaheseri yazabilen bir adamla aynı çağda yaşıyor olmak gerçekten büyük mutluluk. Yazdığı birçok satırı, sanki kendi iç sesimmiş gibi okuyorum. İnanılmaz bir kurgu. Bence bir ara sen de okumalısın.
      Bahar dolsun içimize hep Aylin. Onun coşkusu, huzuru ile yaşayalım. Dönünce bir ara bakarız buna da:-)

      Sevgiler...

      Sil
  4. Bugün günlüğüme benzer bir cümleyle başlamıştım ben de. "Hayat, siz başka planlar yaparken başınıza gelenlerdir.' Sonra yeni keşfettiğim blogunuzda ki yazılarınızda ortak olduğum ne çok izdüşümleri yakaladım. Sevdiğimiz yazarların, şairlerin dünyaları ve onları daha yakından tanımamıza vesile olan biyografi kitaplarını ben de çok severim. Yalnız olmadığınızı bilmek, ortak paydalarda buluşmak ne hoş!. Kışı ardımızda bırakırken, 'bahar' güzelliklerle gelsin hepimize. Kitaplarla, sergilerle, gezilerle dolu daha nice güzel günlere. Esenlikle....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba, ne güzel sizi burada görmek. Çok teşekkür ederim. Bazen kendimizi yalnız hissediyoruz ya, aslında değiliz. Hayata bıraktığımız küçük küçük ipuçlarından, ruhumuza yakın kişilerle yollarımız kesişiyor işte böyle. Haftasonu Ankara'da Ayfer Tunç'un söyleşisi vardı. Çok güzeldi genel olarak. Ama söylediği bir cümle, bu aralar hissettiklerime çok uygundu. "Sanatın kurgusu, hayatı aşamaz. Sanat, insanlık durumlarında kendimizi sınamamız için var" dedi. Çok doğru değil mi sizce de? Hayat, inanılmaz tesadüflerle dolu büyülü bir kutu. Kutunun içini şenlendirmek de bizlerin elinde. Hoşgeldiniz dünyama tekrar...

      Sevgi ve dostlukla.

      Sil
    2. "Sanatın kurgusu, hayatı aşamaz. Sanat, insanlık durumlarında kendimizi sınamamız için var" kesinlikle çok doğru bir tespitte bulunmuş Ayfer Tunç!. Bu tesadüflerin de, tesadüf olmadığını düşünürüm ben de! Ve açtığınız bu pencereyi hoş bulduğumu belirtmek isterim. Paylaşımlarımızla buluşmak üzere. Sevgiyle, hoşlukla...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

Körfez'in İncisi: Karamürsel