Ayvalık'tan Çıktım Yola, Akçay'da Verdim Mola, "Huzur" Assos'un İkinci Adı Ola..



Tekerleme gibi oldu ama,  bu gezi yazısı boyunca ne ile karşı karşıya olduğunuzun özeti aslında başlık… Ankara’da ne zaman içim daralsa, düşlerimde çıktığım yolculuklarda, en sık vardığım yerdir Kuzey Ege kıyıları… Bu diyarlar şimdiye kadar hayallerinize girmediyse Kaz Dağları’nda gezmemiş, Edremit Körfezi’nin serin sularında yüzmemiş, Ayvalık’ta gün batımının Assos’ta gündoğumunun büyüsünü yaşamamış, bu topraklar üzerindeki efsaneleri ve efsaneleri aratmayan, suyun öte yanından gelen gerçek yaşam öykülerini duymamışsınız demektir. Bu seferlik benim gönül gözümden yapın bu yolculuğu. “Yaz geçer yine gelir/ Yaz geçer iyi gelir sözcükler”… dese de şair, yaz geçmeden, yeni yaza kalmadan, kendi sözcüklerinizi yazın oralara dair. 

İşte benim sözlerim;

Bir şehrin peşine düşmek için bulduğum işaretler, okuduğum romanlardan, öykülerden ya da izlediğim filmlerden çıkar kimi zaman. Ayvalık da öyle yerlerden biri benim için. Bundan yirmi yıl önce “Suyun Öte Yanı” filmini izlediğimde hayran kaldım Ayvalık’a, daha doğrusu Cunda’ya… Film senaryosu roman olarak çıktığında, bir solukta okumuştum kitabı da ve ilk fırsatta oraya gidişim kaçınılmaz oldu. Günü geldiğinde, gidebildiğimde, iliklerime kadar duyumsadım deniz kokusunu. Kıyıdan bakıldığında bile rahatlıkla seçilen, denizin üzerine serpiştirilmiş çakıl taşları gibi adalara – koyda irili ufaklı 22 ada var-, ama en çok Cunda’ya ve uzaklarda sislerin ardındaki Midilli’ye takıldı gözlerim. İçim burkuldu. Sokakta gördüğüm her yaşlı yüzde geçmişin izlerini aradım. Mübadele görmüş topraklar buralar… Suyun öte yanından gelenleri bağrına basmış, gidenlere ise özlem duymuş. Adalı mı, Gritikos mu diye merak ettim insanları. (Oralarda Midilli’den gelenlere “Adalı”, Girit’ten gelenlere “Gritikos” derler.) Gülümsemelerinin ardında hüzün, özlem var mı diye sorguladım.

Sokaklara girdim, çıktım. Daracık, taşlı ama sımsıcak ve samimi, kedi cenneti sokaklara… “Güzel kediler diyarı” olarak da anılabilir buralar. Gezerken gördüğüm taş evlerin mimarisi de başka bir diyardandı sanki. Çıkmalı, rengarenk evler, tokmakları şekilli kocaman tahta işlemeli kapılar… Gül kurusu rengindeki taş evlerin malzemesinin kaynağı, şimdilerde plajları ile ünlenmiş Sarımsaklı.Bölgenin geçmişi, volkanik özellikte.Sarımsaklı’nın rahat işlenebilir taşları da o zamanlardan kalma.

Sarımsaklı ile Ayvalık arasında çam ağaçlarıyla kaplı yoldan çıkılan Şeytan Sofrası, bölgeye gelen yerli yabancı birçok turist için gün batımının en güzel seyir noktalarından biri. Ama bence batan günü izlemekten daha güzeli, suya serpiştirilen adaları izlemek… Büyük, çok büyük adımlar atılabilse, suya değmeden denizin bu yanından öte yanına geçmek mümkün sanki. Sönmüş bir volkanın lavlarından oluşan tepedeki ayak izine benzeyen çukur, ayak izinin sahibi olduğu rivayet edilen şeytandan kim bilir ne dileyen insanların dilek paraları ve çaputlarıyla dolu… Bu çukurdaki dilek izlerini gördükçe, kötülük o yüzden mi çoğaldı bugünlerde diye düşünmeden edemiyor insan…

Ayvalık, Cunda adası yakınında olduğu için bu kadar güzel belki de. Ada kaçamaklarından birinde, Girit göçmeni bir arkadaşım aracılığı ile tanıştığım balıkçı Gritikos Mehmet Amca, kara bağlantısını sağlayan köprü yol yapıldıktan sonra adada kapılarını kilitlemeye başladıklarını, gün be gün insanların birbirinden uzaklaştığını, ilişkilerin değiştiğini söylediğinden beri Cunda’ya tekne ile gider oldum. Ada, Burgaz ada büyüklüğünde… Ruhu olan, yaşayan bir yer.  Her şehirde yoktur bu. Gidersin bir yere, birkaç güzel yerini görür beğenirsin, ama döndükten sonra o beğeni sadece fotoğraf kareleri ile sınırlı kalır. Şehir bir daha çağırmaz seni. Başka bir zaman aynı yere tekrar gittiğinde, eskiden beğendiğinin ne olduğunu anımsamayacağının bambaşka bir şehir oluverir orası. Ama öyle değildir Cunda. Adanın solmuş, gülkurusu renginde taş evlerini görüp beğenenler, on yıl sonra tekrar gelseler, aynı evi biraz daha solgun ve yorgun bulurlar sadece. O kadar gerçek ki her yer. Sokaklarındaki yaşlı insanlar kadar binalar da tanık geçen zamana. Her şey yıllar önce olduğu yerde. Kimi yorulmuş, kimi bakımdan geçmiş ama terk etmemiş adayı. Taş Kahve, Taksiyarhis Kilisesi, yakın dönemlerde restore edilerek adaya kazandırılan Değirmen ve Necdet Kent Kütüphanesi ve elbette tüm ada sokakları Cunda’nın görülmeden dönülmeyecekler listesinde.     

Yönüm Assos olunca, Ayvalık ve Cunda’ya dair sözü burada kesmek gerek. Yol üzerinde deniz molası, eşsiz kumsalı ile ünlü Ören’de verilebilir belki. Ama körfezin favorisi Akçay. Benim gibi serin suyu sevenler için de biçilmiş kaftan. Deniz, içindeki tatlı su kaynağı nedeniyle belki biraz daha serin. Denize de serinlemek için girmiyor muyuz zaten? Tüm kıyı şeritlerinde görmeye alıştığımız yapılaşma, Akçay’ı da kuşatmış durumda. Ama hiç olmazsa sahil boyunca uzanan yürüyüş bandı, parklar, çay bahçeleri insanlara deniz kenarında soluk alınabilecek bir alan yaratıyor.

Akçay molası, doğaya olduğu kadar yazının başında sözünü ettiğim efsanelere de kavuşturur sizi. İda dağının mitolojik öykülerine rakip, Akçay’a gelen insanlarda merak uyandıran yakın zaman söylencelerinin kahramanı Sarıkız, sahilde gezerken, kazların ortasındaki kız heykeli olarak çıkıverir karşınıza. Tüm Akçaylıların bir solukta anlatabileceği öykü ise şöyle;

Güzelliği ile nam salmış Sarıkız, yüz vermediği köylüler tarafından babasına kötülenir. Baba namusunu temizlemek (?) için, kızını öldürmeye kıyamaz. Kendi kendine ölür nasılsa diyerek Sarıkız’ı  İda dağının yabanında kazlarıyla bir başına bırakır. Ama zamanla pişmanlık ve özlemi ağır basar. Kızının peşine tekrar dağlara gider. Onca yaşanandan sonra babasını karşısında gören Sarıkız mutluluktan ne yapacağını, babasına nasıl hizmet edeceğini bilemez. Dağın doruğundan denize uzanıp tuzlu su, olmadı vadideki kaynak suyundan tatlı su alıp babasına sunar. Kızının yaptıklarını gören baba, Sarıkız’ın gerçekte bir ermiş olduğunu anlar. Ermişliği babası tarafından öğrenilen Sarıkız, o an gökyüzünde sislerin arasında kaybolur. Sarıkız’ın erenlere karıştığı o tepe bugün hala “Sarıkız tepesi” olarak ziyaret edilmekte, İda dağının adı da o gün bugündür Kazdağı olarak anılmaktadır. Günümüzde Ağustos ayının ikinci haftasından sonra çevredeki Türkmenler, Milli Park sınırları içinde kalan Sarıkız tepesinde hala Sarıkız’ı anmakta ve dileklerini sunmaktadır.


Kazdağlarında gezerken duyacağınız bir diğer söylence de Hasanboğuldu’ya aittir.  Sabahattin Ali tarafından öyküleştirildiğinde ünlenen Hasanboğuldu, hüzünlü bir aşk öyküsünün yaşandığı mekan. Sütüven Şelalesi’nin yakınlarındaki küçük göl, yörük güzeli Emine’ye kavuşmak için törelere göre 40 okkalık tuz çuvalıyla dağları tepeleri aşmaya çalışırken boğulan ovalı Hasan'ın adıyla anılır. Bugün, aşkı uğruna boğularak canını veren Hasan’ın göletinde, gençlerin sevinç çığlıkları atarak yüzdüğünü görmek ilginç bir durum aslında. Ölümüne aşklar şimdi ancak söylencelerde kaldı. Geçmişle bağları kopararak günü yaşamak, herkes için daha kolay…    


Yola devam ederken mutlaka uğranması gereken yerlerden biri de Tahtakuşlar Köyü. Köy bu adı 1948’de alsa da, köyün tarihi çok daha eskilere uzanır. Tahta işlemedeki ustalıkları nedeniyle “Tahtacı Türkmenleri” olarak anılan Horasan’dan Toroslara kadar göçen Oğuz boyları, İstanbul’un fethinde kullanılan gemi ve kızak kerestelerini İda Dağındaki ağaçlardan yapmak üzere Sultan Mehmet’in talimatı ile Toroslardan buraya göç eder. Tahtacı Türkmenleri fetih sonrasında da yöreyi terk etmeyip, Türkmen geleneklerini sürdüren köyler kurar. Bu köylerden biridir “Tahtakuşlar”. Bembeyaz evler, Kaz dağlarının yeşilinin içine inci gibi gömülmüştür. Köyde, Türkiye’de ilk kez bir köyde kurulan “Özel Etnoğrafya Galerisi” bulunmaktadır. Etnografya galerisinde Orta Asya’dan Türkiye'ye göç eden Konar - Göçer Türk Boylarının ilginç ve özgün kültür varlıkları, giyim, ev eşyaları, aletleri, halıları ve çadırları, sanat galerisinde ise her tür sanat yapıtı yıl boyunca sergilenmektedir.

Dağda Yörük, sahilde Rum Köyleri… Çok kültürlü Anadolu’nun en güzel yaşam örnekleri. Assos’a gelmeden bir mola da Altınoluk’ta verilmeli. Oksijen bolluğunda dünya sıralamalarına giren bu belde, 1800’lü yıllarda Midilli’den gelen Rumlara da ev sahipliği yapmış.  Bugün de ayakta kalan bazı evler var. Ama burayı son yıllarda daha da önemli kılan, kazıları halen devam eden antik “Antandros” kenti. Kentin geçmişte, İda dağından çıkan kerestelerin ihracında  kullanılan, liman ve tersaneleri ile oldukça önemli bir konumda olduğu düşünülmekte. Ünlü tarihçi Strabon’a göre Homeros’un destanında bahsi geçen dünyanın ilk güzellik yarışması da Antandros’ta yapılmış.

İda dağı, terk edilen çocuklar dağı sanki… Kral Priamos'un bir kuşku ile İda dağında terk ettiği oğlu Paris, bir dişi ayı tarafından emzirilerek kurtarılır. Büyüyüp yaman ve güzel bir delikanlı olur. Olympos’da yapılacak olan tanrıça Thetis’in düğününe, nifak tanrıçası Eris bir problem yaşanmaması için davet edilmez. Bu haberi alan Eris, düğünün en keyifli anında yemek masasının ortasına, üzerinde “en güzele” yazan bir altın elma fırlatır. Masada bulunan tanrıçalar Athena, Aphrodite ve Hera en güzel olduklarını iddia edip her biri elmanın kendi hakkı olduğunu söyler. Karar verilemeyince de tanrıların babası Zeus’dan hakemlik etmesini isterler. Zeus kızları ve karısının arasında kalmaktan korkunca, ulak tanrı Hermes’i çağırır. Hermes’den, İda dağında hayvanlarını otlatan Paris’e hakem seçildiğini, en güzel tanrıçaya elmayı vermesini istediğini bildirmesini söyler. Tanrıçalar da İda dağına inerler, Paris’in karşısına geçerler ve karar vermesini isterler. Paris birbirinden güzel üç bayan arasında seçimi nasıl yapıp, elmayı kime vereceğini düşünürken belki de dünyanın ilk rüşvetlerinden biri de devreye girer. Hera “Asya ve Avrupa krallığını”; Athena “savaşta dünyanın en büyük  yiğidi olmayı ve insanüstü bir aklı” vaad eder; Aphrodite ise “benden  sana en güzel kadının sevgisi” der. Paris krallığı, kahramanlığı bir yana itip sevgiyi seçer ve Aphrodite uzatır elmayı. Böylece dünyanın ilk güzellik kraliçesi seçilir.  


Altınoluk’tan Assos’a doğru yola devam ettikçe zeytinlikler sarar her yanı. Küçükkuyu sahilindeki Adatepe Zeytinyağı fabrikası ve müzesinde, bölgede yetişen zeytin ağaçlarından çıkan en nefis, düşük asitli ve kendine has güzel kokulu zeytinyağının tadına bakmak ve satın almak mümkündür. Yönünüzü sahilden dağlara doğru çevirdiğinizde, yukarıda ağaçların arasında kaybolmuş Adatepe Köyü’ndeki Zeus Altarı’ndan Edremit Körfezinin manzarası eşsizdir. Zeus’un, buradan Truva savaşlarını izlediği rivayet olunur. Ama gözün önünde uzanıp giden manzara öyle eşsizdir ki, buradan izlenecek en son şey savaş olabilir gibi geliyor. Mübadele yıllarına kadar Türk ve Rumların birlikte yaşadığı bu köyü özel kılan bir diğer şey de, köyün terk edilen ilkokulunda yıllardır yaz aylarında yetişkinlere yönelik sürdürülen felsefe, edebiyat, sanat ve sanat tarihi konularındaki seminerlerin hayat bulduğu Taşmektep etkinlikleridir. Civardaki tüm köyler gibi bu köyde de artık Rum nüfus yok. Köy sit alanı kabul edildiğinden, köyün taş evleri koruma altına alınmış. 

Nihayet Assos... Güneşin denize, dağların kumsallara, mehtabın geceye aşık olduğu, doğa ile tarihin iç içe geçtiği yer… Pırıl pırıl denizin, kekik kokularının, ünlü filozofların ev sahibi… Midilli Adasına komşu, taş evlerle süslü saklı cennet…


Asıl yerleşim, şimdilerde sit alanı olan Behramkale köyünde. Antik şehri, akropolü ve tapınağı görmek için de Behramkale Köyü’nden geziye başlamak gerek. Köyün daracık sokakları, taş evleri ve güler yüzlü yaşlıları ayrı bir yazı konusu olabilecek güzellikte. Köyden çıkılan akropol hem karaya hem de denize hakim konumu ile büyüleyici bir manzara sunuyor. Akropolün en yüksek yerine Zeus’un kızı, bilgeliğin sembolü Athena adına yapılan tapınak, Assos kalıntılarının en önemli yapıtı. Bir zamanlar Aristo’nun felsefe dersleri verdiği yerden, akropol manzarasına, tapınak kalıntıları arasından sızan ay ışığını ya da güneşin doğuşunu eklemek, yeni bir hayata merhaba demek gibi. Her gezgin, kendi görmek istediğini seçer. Ama önerim, Assos’ta gün doğumunu görmeden bu Kuzey Ege gezisini sonlandırmamanız olacaktır.

Köyün sahilindeki eski palamut depoları, bugün restore edilerek butik otellere dönüşmüş durumda. Bu otellerde kalınmasa bile, taş mimarisi ile insanı büyüleyen, otel lokantalarından birinde, suyun öte yanında kalanlara selam göndererek, Midille’ye karşı akşam yemeği yenebilir.

Buralara dair söylenecek daha çok söz vardır elbet. Yaz başlarken, bir Ege kaçamağı yapmak isteyenler için dilerim benim gönül gözümden dökülen bu sözler özendirici olur. Kendi hayallerinizin peşinden gidebileceğiniz bir yaz dilerim. Yolunuz açık, rotanız hep güzelliklere çevrili olsun. Sağlıcakla kalın…


Not: Bu yazı Arkadaş Ankara Kültür-Sanat Etkinlikleri  Dergisinin Haziran 2012'de çıkan 202. sayısında yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

Körfez'in İncisi: Karamürsel