Sınıra Yakın Yaşamlar: İğneada



Kapıları farklı zenginliklere açılan bir ülkede doğmuş olmak şanslı kılar insanı… Hele bir de içine çingene ruhu kaçmışsa, tüm sınırları zorlar, her fırsatta yeni yollar, yeni rotalar buluverirsin kendine… Bu yol bazen bir göl, bazen deniz kenarına ama her zaman yeşillikler içinde Anadolu kasabalarına çıkar… Her köyün, kasabanın kendince bir zenginliği, görülesi güzelliği vardır. Gidince dönmek istemezsin ya da döndüğün ilk günden itibaren tekrar gitmek arzusu kaplar içini… Gidemezsin belki bir daha ama, anılarındaki izleri sımsıcak kalır yüreğinin bir köşesinde.

Sınıra yakın yaşamlar, sunduğu doğal güzellikler dışında ayrıca merak uyandırır bende. Birkaç yüz metre ileride doğmuş olsam başka bir ülkenin, başka bir dilin, dinin, kültürün beslediği bambaşka biri olabilecekken, burada doğmamın sebebi olmalı diye düşünürüm. Ama hiçbir sınıra bu Mayıs ayındaki kadar yakın olmamıştım. Kırklareli’nin güzel beldesi İğneada bana bu satırları yazdıran…

Dask’ın (Doğa Araştırmaları, Sporları ve Kurtarma Derneği’nin) 15. Doğada Görüntü Avcılığı Yarışması (DOGAY), bu yıl 19-22 Mayıs tarihleri arasında Kırklareli’nin Demirköy ilçesi ve İğneada beldesinde gerçekleştirildi. Aslında dört günlük bir gezi planında, Ankara için uzak bir seçim sayılabilir İğneada. Sonuçta yaklaşık 700 km yol kat edilmesi gerekiyor. Üstelik özel araba ile gitmiyorsanız, Kırklareli ya da İstanbul’dan aktarma yapmalısınız ki, her durumda 9 saate yakın bir yolculuk sizi bekliyor demektir. Ama varsın yol uzak olsun… Değil mi ki yola çıkma heyecanı kaplamış tüm benliğimizi, kilometrelerin ne önemi var? Hele bir de bu uzun yolculuğun ödülü güleryüzlü Trakya insanları, akıl almaz longoz ormanları, upuzun altın taneli kumsal ve midenize inecek tazecik tekir balıkları olacaksa, söz biter yazı kalır…

Biz İstanbul aktarmalı gitmeyi tercih ettik. Bu durumda İstanbul’dan İğneada’ya doğrudan sefer düzenleyen tek firma Berk-Görkey Turizm. Yolun Saray ilçesine kadar olan kısmı otobandan gidiliyor. Pınarhisar’dan itibaren ise harika bir manzaranın içinden, Istırancaların eteğindeki ormanlık alanların arasından kıvrıla kıvrıla ilerleniyor. Istıranca dağlarının en yüksek bölümü Kırklareli ve Demirköy arasındaymış. Ağaçlar öyle bir kaplamış ki yol kenarını ve dağları, yükseklik çok fark edilmiyor, çünkü yoldan görülen tek şey orman… İğneada’ya ulaştığımızda ise orman arkamızda, uçsuz bucaksızmış hissi veren 15 km.lik kumsal ise göz hizamızda yerini alıyor.

Yolculuğa ilişkin küçük bir not; yerel yolcular arasında bahsi geçen “Burgaz” ya da “Ada” sözcükleri sizi benim gibi şaşırtmasın. “Burgaz” bölge halkı arasında Lüleburgaz’ın, “Ada” ise İğneada’nın kısaltması… Ama ne yalan söyleyeyim Burgaz-Ada bende her zaman tek çağrışım yapıyor: Sait Faik.

İğneada’da barınacak yer sorunu yok. Öyle ki o sakin kumsalın doğal güzelliğinin üzerine koca bir blok gölgesi yayan bir Resort Otel (!) bile var. Ama bunun dışında küçük moteller, pansiyonlar, apartlar ve hatta çadır alanı da mevcut. Kış aylarında 2.000 olan belde nüfusu, yazın 20.000’ lere ulaşabildiğine göre varın siz düşünün gerisini…

Biz tercihimizi gelmeden haftalar öncesinde, belde merkezindeki bir motelden yana yapmıştık zaten. Eşyalarımızı bırakıp, sahili tepeden gören Kıyı kahvesinden beldeye hemen ilk “merhaba”yı gönderiyoruz. DOGAY katılımcıları başvurularını yapıyorlar hala… Biz etkinliğin keyif için olan kısmına dahiliz. Sadece gezmeyi, gezerken gördüklerimizi kendimiz için fotoğraf karelerine sığdırmayı ve bolca yerel lezzetler tatmayı planlıyoruz… Yorgun bedenlerimiz deniz kokusuna karışan çayı yudumladıkça dinleniyor ve kalkıp ayaklarımızı Karadeniz’in altın tozu içeren bu eşsiz kumları ve suyu ile buluşturuyoruz.

Kumsal gerçekten etkileyici. Deniz ile yol arasında 30-40 metrelik bir genişlik var. Mayıs ayı itibariyle martılara ve deniz kabuklarına ev sahipliği yapan bu sakin kumsalda tüm yorgunluğumuzu unutuyoruz… Bir noktadan itibaren sahilden yürümek mümkün olmuyor. Yol kenarına çıkıyoruz. Bu kez de yeşillikler arasında kayboluyoruz. Bitki örtüsü inanılmaz. Asfalt üzerinde otlamaya giden inekler kesiyor yolumuzu… Onlar buranın asıl sahipleri… Yoldan geçen arabalar da insanlar da umurlarında olmuyor… Hedefleri net, zamanları bol.
 

Gün batmadan Limanköy sahiline ulaşmayı başarıyoruz. Yürüdüğümüz mesafe ancak 4-5 km ama, o çiçek, bu böcek hayranlıkla etrafa bakarken zamanın nasıl geçtiğini fark edemiyoruz. Gelmeden önce görüştüğümüz bir arkadaşın önerisi üzerine ilk akşam yemeğimizi burada yemeyi düşünüyoruz. Ama Mustafa Amca ile tanıştıktan, o muhteşem lezzetleri, güleryüzlü bir hizmet ve harika bir manzara eşliğinde tattıktan sonra “Liman Restaurant” sonraki üç akşam yemeğinin de tek adresi oluyor. (Meraklısı için Tel: 0 288 - 694 41 71 –  0 532  425 84 80 Mustafa/Volkan Direk ) 

İğneada’nın bu tarafında görülmeye değer Fener ve Beğendik köyüne 3. gün gideceğiz. Ertesi gün için planımız gelmeden hepimizin hayallerini süsleyen Longoz ormanlarını ve Demirköy’deki Dupnisa Mağarasını görmek. 
 

Dere suyunun denize döküldüğü yerde, yağışın azaldığı mevsimlerde dere suyu seviyesinin düşmesi ve denizin getirdiği kumların dere ağzını kapatması sonucu derenin denize dökülemeden geri giderek oluşturduğu gölete “Longoz” ya da “subasar” deniyor.  İğneada’daki Longoz, Avrupa'nın en büyük yüzölçümüne sahip Longozu. Longoz içerisindeki orman ise nefes kesici. Ağaçların görüntüsü ve kuşların sesi büyülüyor hepimizi. Ormanın bazı bölümlerinden gün ışığı zor giriyor içeri... Bu kadar farklı tonda yeşil, ancak tüm bitki çeşitlerinin böyle “kardeşçesine” yaşadığı bir ormanda oluyormuş demek ki. Kızılağaç, Karaağaç, Dişbudak, Meşe, Gürgen, Kayın, Kara kavak, ak kavak, söğüt ve  az sayıda ıhlamur… Ağaçların hepsi de köklerini toprağın derinliğine, dallarını gökyüzüne uzatabildiğince uzatmış. Kiminin içini kurt kemirse de, kimi kurumuş olsa da, her bir ağaç yerinde güzel…
 

Longoz içerisindeki Hamam Gölü’ne kadar yürüyoruz. Ormanın içindeki gizli cennet burası. Hamam gölü ile Bulanık derenin denize döküldüğü yer arasında kalan ve Aypolos denilen bölgede tümülüsler, höyükler, eski bina kalıntıları ve mezarlar varmış. Longoz ormanı içerisinde Traklara ait kazıklar üzerine oturtulmuş eski, ahşap ev kalıntıları olduğu da söylenmekte fakat yeri tam olarak bilinmemekteymiş. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde 1660 yılında İğneada açıklarından geçerken Bulanıkdere’nin denize döküldüğü yerde üzeri kiremitli yaklaşık 300 haneli bir Rum yerleşim yerinin olduğunu yazmış. Ama bugünlerde bu evleri gören yok. Kuş seslerinin arasında süregelen orman gezimizde, Rum evlerini olmasa da,  uçuşan kelebekleri, kurbağaları, kertenkeleleri görüyoruz biz de…


Hamam Gölü, deniz kenarındaki Mert Gölü’nden daha küçük… Mert Gölü, İğneada’daki 7 gölden biri. Gölün önünde zaman zaman daralan ve genişleyen bir kumul kuşağı var. Gölün çevresi, bataklık ve sazlık. Önündeki kumluk alan kış  aylarında neredeyse yok oluyormuş. Ama yürüdüğümüz o altın sarısı kumsalın kısa süre önce suların altında olduğunu hayal edemiyorum.
 

Ormanı ve gölleri arkamızda bırakıp, Demirköy’deki Dökümhane’ye gidiyoruz. Halihazırda 7 üniversitenin işbirliği ile sürdürülen kazı çalışmalarının devam ettiği Dökümhane, Fatih Sultan Mehmet zamanında, Bizansın surlarını döven güllelerin yapıldığı yer olarak biliniyor. Gezinin tek hayal kırıklığını bu Dökümhane’de yaşıyoruz. Demirköy’e 5 kilometre mesafedeki kazı alanı, daha çok yağmalanmış bir bölge izlenimi veriyor. Göze görünen yıkıntılardan da bizim bir şey anlamamız pek mümkün olmuyor. Yine de tarih kokan bu topraklarda, hayal gücümüzü oldukça zorlayarak dökümhaneyi düşlerimizde inşa etmeye çalışıyoruz…

Bu tarih kokan harabeleri ardımızda bırakıp, bu kez de bir zamanlar korsanların, eşkiyaların sığınağı olan, yakın bir zamanda geziye açılmış “Dupnisa Mağarası”na gidiyoruz. Mağara Tokat’taki “Ballıca Mağarası”nın biraz daha küçüğü… Ama buradaki sarkıt ve dikitler de en az Ballıca mağarasındaki kadar etkileyici… Mağara girişindeki bilgilere göre, sarkıt-dikitlerin oluşumu 3 milyon yıl kadar geriye gidiyor. Mağaradaki yer altı suları, içerideki kireç taşlarını erittikçe, sarkıt-dikitler halinde akıl almaz bir görüntü zenginliği oluşuyor.  Mağaranın “Kuru Mağara” kısmı sarkıt, dikit, sütun, damlataş yönüyle Sulu Mağaraya göre daha zengin. Sulu Mağaranın girişinde karstik olarak oluşmuş bir kemer var. İçerisi oldukça serin… Ortalama sıcaklık Kuru Mağarada 17, Sulu Mağarada 10 derece civarında oluyormuş.
 

Dupnisa Mağarası’ndan doğan Rezve deresi, Türk-Bulgar sınırını oluşturarak, Beğendik Köyü’nün eteklerinden Karadeniz’e dökülüyor. Rezve deresinin bir diğer adı da “Mutlu Deresi”. Böyle güzel bir mağarada doğup, iki ülke toprağını kardeşçe ayırıp, Karadeniz’e kavuşan dere “Mutlu” olmaz mı?

İğneada’daki üçüncü günümüzde hem Deniz Fenerini hem de Mutlu Derenin eteğindeki sınır köyü olan “Beğendik Köyü”nü geziyoruz. Deniz Feneri, Limanköy’de. Karadeniz'in Bulgaristan yönünden gelen denizcileri için, İğneada'nın güvenli koyuna kavuşmanın da habercisi olarak 1866 yılında Fransız mühendisler tarafından yapılmış. Fener otomasyona geçene kadar,  4 kuşak boyunca aynı aile tarafından işletilmiş. Işığının gazyağı ile beslenerek geceyi aydınlattığı o günlerde, fenerden sorumlu aileye ev sahipliği de yapan bina, şimdilerde eşsiz manzarasını, bu uç noktalara kadar gelen keyif insanlarının damağında kusursuz lezzetlere dönüştürmek üzere lokantaya dönüştürülüyor.


Fenerden ayrılıp köy meydanına gidiyoruz. Meydanda gördüğümüz Konukevi ve Kütüphane, 1998 yılında Şahika – Asaf Ertan çifti tarafından köye kazandırılmış. Köy dokusu bozulmadan yapılmış güzel bir bina. Turizme yönelmeyi düşünenler için güzel bir örnek olabilir kanımca…

Bu köy ziyaretini kısa tutup, karaağaç, gürgen ve meşelikler arasından, Karadeniz'in ferah kokusunu duya duya “Beğendik” Köyüne ilerliyoruz. Ormanlık alanların bazı bölümlerinde usulsüz kesim yapıldığı için, ağaçların seyrelmiş haline içimiz acıyarak bakıyoruz. Yol düzgün ve oldukça tenha. Sınırdaki bu köyün yalnızlığını anlamamıza da ışık tutuyor bu tenhalık. Köye nispeten yüksekçe bir yerden yaklaştığımız için, köyle birlikte gerisindeki köye ait kumsalı ve onun ardındaki Bulgaristan'a ait Rezova Köyü'nü bir arada görüyoruz. Arada sadece bir kumsal var. Öteki hayatlar bu kadar yakın. Sınırın sıfır noktasına yakın bölgesindeki sınır birliğimizin devasa Türk Bayrağı, masmavi Karadeniz sularının yanı başında göz alıcı ve göğsümüzü kabartarak salınıyor.

Bulunduğumuz tepenin kumsala inen tarafında ilginç taş oluşumlar, denize doğru alçalarak uzanıyor. Taşlık alanla, Bulgaristan sınırındaki Rezova Köyü arasındaki kumsal, kıpkırmızı gelinciklerle kaplı… Vatandaşa, denizin, kumun, havanın “beleş” olduğu bu Ayastefonos sahiline yerleşme çağrısı yapan tabelaya, insanın uyası geliyor bu manzara karşısında. Deniz pırıl pırıl. Kumsal gelincik kırmızısı.
 

Kumsalın, Beğendik tarafında, köyün hemen başlangıcında Osmanlı mimarisinde yapılan güzel bir ev var. Bulgaristan tarafından imrenilerek bakılsın diye özellikle bu şekilde yaptırılmış. Kumsalın hemen ardından köye giden yola sapıyoruz. Sağa giden yol sınır karakolumuza gidiyor, Beğendik köyü için ise sola dönülüyor. Bu köyün geçim kaynağı, balıkçılık, hayvancılık ve kısıtlı da olsa tarım. Çünkü köyün etrafı orman arazisi olduğu için tarım yapılan toprak kısıtlı. Bu sebeple köyün gençleri büyük şehirlere iş peşine gitmişler. Köy kahvesinde soluklanıp çay içerken, bir çırpıda anlatıveriyor kahvedeki köylüler. Sınırda geçen hayatlarının, göz ardı edildiğini düşünüyorlar. Dışarıdan gelen her yabancı, onların sorunlarını görünür, bilinir kılacak diye durmadan, yılmadan anlatıyorlar…

İğneada, gerçekten görülesi bir belde… Denizi, kumsalı, longoz ormanı, havası, suyu, hepsinden çok da güleryüzlü insanı iyi geliyor bana… Bir gün siz de sınırları zorlamak isterseniz, neden ilk aklınıza gelecek yer burası olmasın? Gidin, görün ve siz de beğenin…

Gezi düşleriniz hiç eksilmesin.



Not: Bu yazı Arkadaş Ankara Kültür-Sanat Etkinlikleri Dergisinin Temmuz-Ağustos 2011'de çıkan 192. sayısında yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

Körfez'in İncisi: Karamürsel