Hatti Ülkesi'ne Yolculuk

İlkokul yıllarımda Kızılay’ın merkezinde, Sıhhiye meydanına büyük bir anıt heykel yapıldı. Oldukça tartışmalı bir sürecin sonrasında anıt açıldığında, merakla neye benzediğini görmeye gittik. Doğrusu bu sevimli anıtın neden bu kadar sorun yarattığını çocuk dünyamda anlayamamıştım. Bir boynuzun üzerine yerleşmiş çemberin içine girmiş geyik ve danalar mı kızdırmıştı insanları?

 
Zamanla, Sıhhiye meydanındaki heykele benzeyen bir resim, Ankara’nın simgesi olarak kabul edildi. Artık ben de çocukluktan çıkmış, şehrin simgesi olan bu resmin “Hitit Güneşi” olarak tanımlandığını ve Anadolu’nun ilk sahipleri “Hattiler”in mezarlarından çıkan dinsel sancaklarda, bu güneşin kullanıldığını öğrenmiştim. Güneş, tanrıyı simgeliyordu.

Sancakların asıllarını ilk olarak, Anadolu Medeniyetleri Müzesinde gördüm. Müzedeki birçok eser gibi, Alacahöyük kazılarından çıkan bu sancakların yanı başındaki “M.Ö. 2100 - 2000 yıllarına ait” notunu gördüğümde, geçmiş günlerdeki o yaşamlar daha da ilgimi çekmeye başladı. Kimdi Hattiler? Bugüne uzanan bu estetik güzelliği, bugünlerden neredeyse 4000-4500 yıl öncenin teknolojisi ve bilimsel gücü ile bir araya getiren bu insanlar nerede yaşamıştı? 
  
“Hatti Ülkesi”, Anadolu’nun bilinen en eski adıydı. Hatti beyliklerinin en önemlileri ise, Kızılırmak havzası üzerinde kurulmuştu. Hattiler yazı kullanmadıkları için tarihsel sürece ait olamamışlardı ama, onlara ait toprakları zamanla ele geçiren Hititler sayesinde, dilleri, dinleri, örf ve adetleri konusunda birçok bilgi bugünlere taşındı. 1800’lerin ortalarında Boğazköy ve Yazılıkaya’da kaya kabartmaları ve hiyeroglifler olduğunu gören İngiliz gezginler tarafından Hititlerin Anadolu’da yaşamış bir ulus olduğu dile getirilmişti. 1900’lü yılların başında Almanlar tarafından yapılan kazılarda çıkan çivi yazılarından ise, Anadolu’nun “Hatti Ülkesi”, Boğazköy’ün de (o günlerdeki adıyla Hattuşa’nın) Hatti Ülkesi’nin başkenti olduğu kesinlikle anlaşıldı.

Geçmişe dokunmaktan hoşlanan her gezgin gibi, ilk fırsatta Ankara’nın burnunun dibinde sayılacak bu eşsiz kültür mirasının asıl toprağına, Hatti Ülkesi’nin başkentine gittim elbette. Boğazköy, Alacahöyük ve Yazılıkaya’da gördüklerim, bu topraklarda doğmanın ne büyük bir şans olduğunu bir kez daha kabul etmemi sağladı.

Hatti Ülkesi’nin başkentini gezmek, Hattilerden ve Hititlerden bugünlere kalanları görmek için Ankara’dan iki - iki buçuk saatlik bir yolculuk yapmak gerekiyor. 1988’den beri Milli Park olarak düzenlenen Alacahöyük, Çorum-Sungurlu yolu üzerinde.

Milli park alanı, bugün kıraç bir tarla görünümünde. Öylesine büyük bir uygarlığın yaşadığı, üstelik o uygarlığa başşehirlik yapmış bir yerin, 4000 yıl öncesinde bu şekilde olmadığı muhakkak. Çünkü geçmiş dönem insanları da, yerleşim yerlerinin verimli topraklar üzerinde, su kenarlarında olmasına özen gösterirmiş. Oysa bugün milli park alanında görülebilenler arasında bunlardan eser yok. Hattiler ve Hititlerden sonra her ne yaşandıysa buralarda, doğa yaşamaktan vazgeçmiş, tarih ise direnmiş gibi. Bu derin boşluk içinde insan biraz daha net görüyor, geçmişin izlerini.


Alacahöyük’teki ilk Türk kökenli kazılar Osmanlı arkeolog Theodor Makridi tarafından 1907'de yapılmış. Ama bölge, dünya tarihçilerinin ve arkeologlarının ilgisini daha önceki yüzyılda çekmeyi başarmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında ulu önder Atatürk, yurdun her tarafında arkeolojik kazılar yapılmasını isteyince, Alaca ilçesinin 15 km kuzeybatısındaki bir höyük üzerinde kurulmuş bu köyde kazılara ağırlık verilmiş. O günlerde, köylüler açtıkları her ev temelinde buldukları çanak çömleği ve köyün bulunduğu höyüğün çevresindeki surların giriş kapısındaki sfenksleri Atatürk’ün talimatı ile köye gelen arkeologlara gösterince,  arkeolog Hamit Zübeyr Koşay ve Remzi Oğuz Arık buranın ilkçağ tarihine ışık tutacak önemli bir merkez olduğunu anlamış. Yoğun şekilde yürütülen kazılar sırasında, derinlere doğru vurulan her kazmanın sonrasında, gün yüzüne çıkarılanların niteliği de değişmeye başlamış.  Ağaç parçaları, gagalı kaplar, iskeletler, tunçtan güneş kursları, derken bir altın taç, altın saç iğneleri, altın kılıç kabzası ve altın bir kupa…

Atatürk’e haber verilmiş, eserler kazı alanına gelen devlet görevlileri tarafından Ankara’ya götürülmüş. Atatürk gördükleri karşısında çok mutlu olmuş ve gururlanmış.  Bu eserlerin saklanması ve sergilenebilmesi için bir müze, ülke insanının dilini, tarihini ve üzerinde yaşadığı coğrafyayı iyi öğrenmesi, Alacahöyük’te bulunan eserler gibi nice tarihi eserin gün yüzüne çıkarılmasını sağlamak üzere arkeolog yetiştirilmesi için de bir fakülte kurulmasını istemiş. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin ve Ankara’daki Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin temelleri, Alacahöyük’te cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan o kazı çalışmalarında bulunan bu eserler sayesinde atılmış yani.


O tarihten sonra hız kazanan ve yıllar süren kazılarda gün yüzüne çıkan Tapınak, saray kalıntıları, yüksek kale ve altıbuçuk kilometre uzunluğunda kenti kuşatan surlar ise bugün Milli Park alanı içerisinde gezilebilir durumda. Kentten bugüne kalanlar üzerinde yapılan araştırmalardan, uzun ve geniş bir yamaç üzerine kurulmuş Hattuşa’nın bütün ovaya egemen, o zamanlardaki dünyanın en görkemli başkenti olduğunu hayal etmek hiç de zor değil.

Aslında park alanı içinde gezdikçe görülenler hayal gücü ile birleştiğinde, kendi ayak izin binlerce yıl önce aynı toprağa ayak basan tanrı kralların, kraliçelerin izleri ile karışıverdiğinde her şey bambaşka bir hal alıyor. Bir zamanlar buralarda yaşayan Güneş Tanrısı Arinna’nın bozkırda yaktığı tenimize, Fırtına Tanrısı Teşup rüzgar üflüyor adeta.

Milli parkın Alacahöyük kısmında günışığı ile buluşanlar, önceleri Hattilere, sonraları Hititlere, Friglere ait yerleşim yeri kalıntıları ve kral mezarları aslında. Geçmiş zamana ait yollarda yürümek, kaldırımların döşemelerini ve yol boyunca sıralanmış taş temelli evleri görmek çok etkiliyor insanı. Rüzgar yıllar yıllar önce o evlerde pişen yemeklerin kokusunu, sokaklarda koşan çocukların sesini taşıyor size… Yerleşim yerinden ve şehrin içindeki 13 mezardan çıkarılan eserlerin büyük bir kısmı ve kent duvarlarındaki kabartmalar Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyor olsa da, kentin giriş kapısında bekleyen kadın başlı aslan gövdeli sfenksler orjinal.

Gerçek yerlerinde sergilenen kopya duvar kabartmalarında bir tarafta boğaya tapan kral ve kraliçe, kurbanlık hayvanlar, rahipler, hokkabazlar, müzisyenler ile diğer tarafta güneş tanrıçası Arinna olması muhtemel bir tanrıya tapınan bir grup insan yer alıyor. Yerleşim yerinin içinde gezindikçe görülen mezarlar ise, aslında bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen birçok eserin bugünlere gelmeden önceki eski evleri… O zamanlar insanlar öldüklerinde bedenlerine takıları takılır, değerli ve özel eşyaları yanı başına bırakılırmış. Bu mezarlarda ele geçen Güneş Kursları, mezarlara ölü hediyesi olarak bırakılan özgün eserlerdenmiş.

Alacahöyük’ün biraz daha ilerisinde Hattuşa’ya doğru konumlanan Yazılıkaya, üstü açık doğal bir kaya tapınağı. Tapınak girişindeki baraka şeklindeki dükkanlarda ve dışında, milli park içindeki kabartmaların yöre insanının kişisel becerileri ile yaptığı taş taklitlerini görmek mümkün. Yöre halkı atalarının izini sürmekte oldukça başarılı…

O uzak geçmiş günlerinde de ibadet yerlerinin, en özen gösterilen yapılar olduğunu Yazılıkaya’da anlamak mümkün. Koca taş blokların üzerine, çeşitli tanrı ve tanrıça figürleri ile kral figürleri kabartmaları yapılmış. Her ne kadar binyıllardır güneş, rüzgar, yağmur vb. doğal olaylar nedeniyle, kayalar üzerindeki figürlerin bir kısmı kaybolmaya yüz tutmuşsa da, güneş ışıklarının dik geldiği sabah saatlerinde gezildiğinde, tapınağın büyük ve küçük galerilerindeki taş bloklar meraklı gezginlere keyifli anlar yaşatıyor.

Büyük Galeri, Küçük Galeri ile karşılaştırıldığında biraz daha geniş bir çıkmaz aslında. Galeri içerisindeki kaya blokları üzerine boydan boya tanrı ve tanrıça figürleri işlenmiş. Blokların en dikkat çeken noktasında ana tanrı ve tanrıçalar var. Galerinin tamamına bakıldığında ise, sağlı sollu 63 adet tanrı ve tanrıçanın bir tören alayındaymışçasına sıralandığını görebilmek mümkün. Ama arada hiçbir kabartma görülemeyen kaya blokları da var. Böylesine yoğun işlenmelerin olduğu bir tapınakta, bu boş blokların, üzerlerindeki tarihi yükü zamanın ve doğanın kucağına bırakmış olduğunu düşünmek pek de boş bir düşünce olmaz aslında. 


Gerek Büyük Galeride gerekse Küçük Galeride dikkat çeken bir benzerlik, kimliği saptanamamış, elinde kıvrık pala tutan 12 tanrı kabartması. Büyük Galeridekiler belli belirsiz olsa da, Küçük Galeri içerisindekiler oldukça iyi durumda. Bu kimliği belirsiz 12 tanrının bugün “Amazon” olarak bilinen kadın savaşçıları simgelediğini düşünenler de var. Büyük Galeri’de girişin hemen sağ tarafında galerinin en büyük kabartmasında Hitit krallarından biri olan IV. Tudhaliya kabartmasını, sol tarafta ise hem hak hukuk, hem de savaş Tanrısı İştar ve nedimelerinin kabartmalarını görmek mümkün. IV. Tudhaliya’nın bir diğer kabartması da Küçük Galeri duvarlarında. Ancak orada kral, Güneş ve Fırtına tanrısının oğlu tanrı Şarruma tarafından kucaklanmış şekilde gösterilmiş. Bu galerilerde nasıl dinsel törenler yapıldı bilinmez ama, bunca tanrı ve tanrıçanın o günün insanları için özel anlamı olduğu şüphesiz. İnsanlar karşılaştıkları her sorun için farklı bir tanrı ve tanrıça yaratmışlar sanki ya da kendileri için önemli olan kişileri tanrılaştırmışlar. 


Yazılıkaya’nın iki kilometre ötesinde konumlanan Hattuşa ise gezinin son noktası. Burada en çok dikkat çeken, şehir duvarlarının yer aldığı surlardan birine oldukça yakın 70 metrelik, bindirme tekniği ile yapılmış yer altı tüneli. Şehri düşmanlara karşı korumak amacıyla kullanılmış olabileceği  düşünülen tünel içinde bugün bile rahatlıkla hareket edilebiliyor. Koca bir kentin yok olduğu bir yerde, yığma taşlarında en ufak bir hasar olmayan tünelden geçip günışığına ulaşabilmek olağanüstü… Tünelin çıkışında sur kulelerinden birinin girişinde görülen aslanlı kapıdaki kükreyen aslan sfenksi, şehri bugün de kötülüklere karşı koruyor adeta.

Aslanlı kapıdan bakıldığında geriye kalan sadece şehir duvarları, bina temelleri arasında kaybolmuş bir başkent değil… 4000 yıllık bir tarih gömülü orada. Nice korkuya, coşkuya, hüzne, sevdaya yuva olmuş bir geçmiş… Göze görülenler kadar, gönülde yaşayanlar da önemli.  Varsın şimdi rüzgar, boş tarlalarda büyüyen otları savursun.  Bir zamanlar buradan esen rüzgarlar, dünya tarihine yön vermiş. Dünya belki artık öküzün boynuzunda durmuyor ama, Hattiler sessiz ve yorgun bozkırda süregelen kazılarda toprağın altından bize selam göndermeye devam ediyor. Öküz boynuzunu sallayıp, dünyayı boşluğa savurana kadar da toprağın fısıltısı bitmeyecek gibi…



Not: Bu yazı Alter yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan "Gezgin Gözüyle Türkiye Cilt:2"de yer almıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

Körfez'in İncisi: Karamürsel