Kaybola Kaybola Toscana


İşte bir kez daha İtalya’dayım… Ama bu sefer sadece gezmek için değil, sanatsal etkinlikler için de çıktık yola. Kale'deki atölyede çini çalışırken, gruptaki arkadaşlardan birinin sohbet sırasında "İtalya'da mayolika tekniği ile yapılan çiniler"den bahsetmesi üzerine, konuyu yerinde görüp, öğrenme isteğine kapıldık birden. Küçük bir araştırma sonrasında Deruta'da mayolika tekniğini öğreten okulların olduğunu öğrenince, çini tutkumuz bize macera dolu bir Toscana gezisi yaptırıverdi. 

5 çini, 3 fotoğraf sevdalısı kadın, oldukça kısa bir sürede Toscana’da bir köyde ev tutmayı, mayolika tekniğini öğrenebileceğimiz bir okul ayarlamayı, arta kalan günler için harika gezi programı yapmayı başardık. Uçak biletleri alındıktan ve gezinin ikinci günü trenle geçeceğimiz Arezzo’dan iki araba kiraladıktan sonra sabırsızlıkla bekledik gideceğimiz günü. 

Bu gezi gerçekleşene kadar yaşadığım badireler göz önünde bulundurulursa,  Trevi Çeşmesine atılan paraların gerçekten bir uğuru olduğunu düşünmemek elde değil.  Gitmeyi hep düşledim, ama gerçeğe dönüşene kadar bir yerde filmin kopacağı da aklımdan geçmedi değil. Paraların uğuru, inancın gücü, grubun benim dışımda kalan kısmının yadsınamaz istenci… Sebep her ne olursa olsun, bu topraklarda geçirdiğim 9 gün yine, yeniden rüya gibiydi…  İşte o rüyanın bende kalan notları…

1.Gün (ROMA)

İtalya’ya yine Roma’dan ayak bastık. Hava oldukça nemli ve sıcak, şehir ilk yaz günlerini aratmayacak şekilde kalabalıktı. Daha Ankara’dayken hazırladığımız plana uyabilmek üzere havaalanından bindiğimiz ilk trenle, şehir merkezine geldik. Trenler bizim banliyö trenlerine benziyor. Ama tek farkı bu trenlerin yolcuları varoşlara giden halk değil, genellikle dünyanın dört bir yanından gelen turistler. Yerler numarasız, tren içleri bakımsız… Havaalanı sonrası, Termini öncesi iki istasyonda daha duruyoruz. Birinin adı Trastevere ama diğerini anımsamıyorum. Termini’de inince, bir sonraki gün yapacağımız Arezzo yolculuğunun biletlerini de garantiye alarak geçiyoruz otele. Otelimiz (Hotel Serena-Via Principe Amedeo-64) istasyona yürüme mesafesinde. Amedeo Caddesi ve Mondio sokağının kesişim noktasında. Otelin yeri gerçekten çok güzel. Bu sene yeni bakımdan geçmiş olması da bu güzel konumla bütünleşince, hepimiz gezinin ilk dakikaları için beğeni puanlarımızı oldukça yüksek tutuyoruz.  Yol yorgunluğu ile kaybedecek zamanımız yok. Gece yatınca nasıl olsa dinleniriz diyerek, çantaları odalara bırakıp hemen kendimizi Roma sokaklarına atıyoruz.

Yurtdışında insanın en çok hoşuna giden, şehirlerin, sokakların zaman içinde çok fazla değişmemesi bence… Tarihi doku, ancak ona sadık kalınarak korunabiliyor elbette. İnsanların anılarını yok etmeden, geçmişi bugünün süzgecinden geçirerek yaşayabilen şehirler kalıyor yarına. 84 yıl önce kurulan Cumhuriyetin Ankara’sı ile bugünkü Ankara ne kadar benziyor birbirine? Benim 40 yıllık kişisel tarihimin bile izleri neredeyse tamamen kayboldu Ankara’dan. Kim diyebilir, çocukken gittiğim Gençlik Parkı’nın bugünkü ile aynı olduğunu… İlk gençliğimde yollarında yürüdüğüm Atatürk Bulvarı, bugün şehir içinden geçen otoyola kurban edilmedi mi? Nerede kestane ağaçları, nerede Tandoğan’daki perili çeşme? Piknik, Büyük sinema? Oysa Roma’ya 2008 yılında sadece 2 günlüğüne gelmiştim. O 2 gün boyunca gezdiğim tüm sokaklar, caddeler, belleğimde 3 yıl önce bıraktığım yerlerinden çıktığında sanki yaşadığım şehirmişcesine gezebildik Roma’da.


Geziye, otelimizin hemen yanıbaşındaki 4.yy.dan kalma Santa Maria Maggiore’den başlıyoruz. Ama kilise kapalı ne yazık ki. Roma gezisine böyle harika bir mimariden başlamak hepimizi çok etkiliyor. Dışarıdan bile kilisenin görkemi ayırt edilebiliyor. İçeri girebilseydik göreceğimiz altın tavan, kimine göre İspanya’dan kimine göre Amerika’dan gelmiş, büyüleyici bir Rönesans eseriymiş. Bu sefer görmek mümkün olmadı, artık bir daha ki sefere… Zaman kaybetmeden kilisenin hemen karşısındaki Agustino Depretris Caddesine giriyoruz. Roma’nın dar sokaklarının kestiği bu cadde, İspanyol merdivenlerine çıkaracak bizi. Cadde boyunca sıralanan şık dükkanlar, balkonlarından, pencerelerinden çiçekler sarkan evler, Vespalı Romalılar… Nereye bakacağımızı bilemiyoruz. Yeni hiçbir şey yok, gözümüzün bebeğine değen görüntülerde… Ama eski de değil hiçbir şey. Sadece yaşıyor. Yaşamın içinde olmak belki de bizi bu kadar etkiliyor… Yaşarken devam eden estetik, sadelik… Sokaklarda hiç tabela yok. Pencerelerden, balkonlardan sarkan tek şey çiçek dalları…


Cadde boyunca ilerlerken geldiğimiz 20 Eylül Caddesi’nin kesişim noktasında “Dört Çeşme” yi görüyoruz. 16 yy.dan kalma meydan, bugünün Roma’sında bir caddeye dönüşmüş. Caddenin dört köşesindeki binaların altında yer alan çeşmelerin her birinde ayrı bir heykel bulunuyor. Heykellerden ikisi Tiber (Roma şehrinin simgesi) ve Arno (Floransa şehrinin simgesi) nehirlerini, diğer ikisi ise Tanrıçalar Diana (saflığın simgesi) ve Juno’yu  (gücün simgesi) simgeliyor.



Burada kısa bir fotoğraf molası verdikten sonra, gücün ve saflığın Tanrıçalarının arasından geçerek yola devam ediyoruz. Adımlarımız bizi Barberini Meydanına getiriyor. Meydandaki Bernini’nin eseri olan, deniz kabuğundan su püskürten Deniz oğlanı heykeli “Triton Çeşmesi”ne uzaktan bakıyoruz. Çünkü meydan çok güneş. Yavaş yavaş yorgunluk belirtileri başlıyor. Görmeyi düşündüğümüz yerlere henüz ulaşamadık. Güneş altında kalıp, azalan enerjimizi tüketmek istemiyoruz. Sistina caddesi üzerinde biraz daha ilerleyince kendimizi İspanyol Merdivenleri’nin başında buluyoruz. Vatikan’ın İspanya Elçisinin yakınlardaki ikametgahı nedeniyle, merdivenler de bu isimle anılıyor.  
                                           

Dünyanın dört bir yanından gelen turistlerin ve genç Romalıların yaptığını yapıp, kendimizi merdivenlerin bulabildiğimiz en gölge bölümüne atıyoruz. Güneş nedeniyle etraf görece sakin… Merdivenlerin oturmaya yer olmayan halini de, önceki gelişimde görmüştüm.  Sıradan bir merdivenin, bu kadar popüler olması da ayrıca ilginç bir durum. Ama kitle psikolojisi her yerde aynı. İlgi gören yerler merak uyandırıyor. Basamaklar üç kademe halinde düzenlenmiş. En tepe kısmında, Fransız kilisesi Trinita dei Monti’nin önündeki alanda sokak ressamları var. Roma sokaklarının, anıtsal yapılarının gerçekten çok hoş suluboya resimlerini sergiliyorlar. Gezinin ilk alışveriş noktası burası oluyor. Birkaçımız kendi zevkimize uygun Roma’dan anı olabilecek, resim alıyoruz. İyice dinlendikten ve gözümüzün önünde uzanan şık Roma sokaklarını tepeden kuşbakışı gördükten sonra, Popolo meydanına gitmek üzere aşağıya iniyoruz. Merdivenlerin dibinde, batık gemi şeklinde mermer çeşme Fontana della Barcaccia var. Roma’nın her tarafı çeşmelerle dolu. Hepsinden de su içilebildiği söyleniyor. Su içmesek de yüzümüzü yıkayarak serinlemeye çalışıyoruz. Babinio Caddesinden devam ederek yaklaşık 10 dakika sonrasında kendimizi Popolo Meydanında buluyoruz.


Popolo İtalyanca’da “Halk” demekmiş. Meydanın bugünkü hali, belki de Roma’nın en yakın geçmişinden kalma. 1800’lü yıllarda açıkhava kent tiyatrosu şeklinde düzenlenmiş. Zamanında şölenlerin ve halka açık idamların yapıldığı bu meydanın tam ortasındaki dikilitaş ise Roma’daki dikilitaşlar içinde en büyüğü. II.Ramses zamanından (MÖ. 13 yy) kalma bu Mısır dikilitaşı, Augustus tarafından Roma’ya getirtilmiş. Dikilitaşın sağ tarafında Neptün Çeşmesi, sol tarafında ise Pinchio bahçelerine çıkan merdivenler yer alıyor. Meydandan ayrılırken, ikiz kiliseler olarak da bilinen Santa Maria in Montesanto ve Santa Maria dei Miracoli kiliselerinin arasından Roma’nın en büyük caddesi Via del Corso’ya çıkıyoruz.  Cadde trafiğe kapalı değil. Ama öylesine çok insan var ki, kaldırımlar yeterli gelmediği için insanların büyük kısmı yoldan yürümek zorunda kalıyor. Bu da ister istemez normal trafik akışını yavaşlatıyor. Türkler için çok da yadırganacak bir durum değil bu. Yani biz yoldan yürümek konusunda hiç tedirgin değiliz. Ama dünyanın farklı bölgelerinden gelen bir çok turist ne yapacağını bilemez halde. Kendilerini bir an önce ara sokaklara atıp bu telaştan kurtulmaya çabalıyorlar.



Corso Caddesi, bizim Tunalı Hilmi Caddesi gibi bir yer. Çok geniş değil. Ama zaten bütün Roma daracık sokaklar ve caddelerle çevrilmiş. Sokaklar ve caddeler bizdeki gibi arabaların doğal park yeri olarak da kullanılmıyor. İyi ki de öyle. Bu haliyle bile trafik bu kadar karmaşıkken, park halinde arabaların olduğu sokak ve caddeleri düşünemiyorum bile. Smart marka arabalar ve Vespa’lar şehrin gözdesi… Bu, biraz da şehirde kolay yaşamak için şart olmuş. Kalabalık, sıcak ve yorgunluk bizim de hareketlerimizi zorlaştırıyor. Yavaş yavaş acıkmaya da başlıyoruz. Bir günlük bir Roma turuna çok fazla yeri dahil etmek mümkün olamıyor ne yazık ki. Ama Trevi Çeşmesi’ni de görmeden Roma gezisi tamam olmaz.  En azından bir dahaki gelişleri garanti altına almak için, çeşmeye bozuk para atmamız gerekiyor. Corso üzerinde birkaç manevra ile daldığımız ara sokaklardan birinden Trevi Çeşmesi’ne ulaşıyoruz.        

Burası bir tek Türkler tarafından “Aşk Çeşmesi” olarak biliniyor. Hayatı filmler üzerinden algıladığımızın bir kanıtı… Küçücük bir meydanda böyle devasa bir çeşme ile karşılaşmak, burayı ilk gören arkadaşları şaşırtıyor. Ortada Neptün, yanlarda bereket ve sağlık tanrıçaları ile, Roma’ya bir kez daha gelmeyi umut edenlerin, sırtı çeşmeye dönük bozuk para atışlarını izlemek eğlendirici oluyor. Biz de karışıyoruz bu para atan kalabalığın arasına. Herkesin tek dileği “Roma’ya bir kez daha gelmek”… Yavaş yavaş güneş ışıkları kayboluyor. Çeşme üzerindeki ışık oyunları bizi daha da büyülüyor. Akşam yemeğimizi, meydana yakın restoranlardan birinde yemeye karar veriyoruz.  Sadece bahçede oturabildiğimiz için seçtiğimiz, adını anımsayamadığım restoranda hepimiz farklı bir makarna tercih ediyoruz. Şans bizden yana. Makarnalar çok lezzetli. Ama keyifle sohbet etmek için uygun bir ortam değil. Çünkü dışarıda bizim tattığımız lezzetleri tatmak için sırada bekleyen çok sayıda turist var. Gece ışıklandırılmış haliyle Trevi Çeşmesi’ne bir kez daha bakıyoruz. Artık yeni bir yer görecek halimiz kalmadığı için otele doğru yürümek istiyoruz. Aslında Colosseum görülmeden yapılan Roma gezisi yarım bir gezidir diyorum ama, atılacak tek fazla adımı kimsenin kaldıracak hali kalmadı ne yazık ki…

                                                         (*) Ayşegül Çakır'a teşekkürlerimle....
Ben de yorgunum aslında. Otele dönelim diye girdiğimiz ara sokaklardan birinde sağa mı sola mı gideceğimizi bilemeyince, bir anlık kararsızlık yaşıyorum. Tercihim sağ taraf olunca, birden karşımızda Vittorio Emanuella anıtını görüyoruz. Gece ışıkları altında anıt gerçekten büyüleyici. Herkes yorgunluğunu unutuyor. Gelmişken daha yakından görebilmek için yolun karşı tarafına geçiyoruz. Venezia Meydanı’nı gece ışıklarının altında benim de ilk görüşüm. Gündüz kalabalığı azalmış. Popolo Meydanından başlayan Corso Caddesi, Venezia Meydanında Vittorio Emanuella anıtında sona eriyor. Birkaç yüz metre ileride Colosseum ve Roma’nın idari, ticari ve dini merkezi olarak gelişen Roma Forumu ışıl ışıl uzanıyor. Kimse de yorgunluk kalmıyor. Bu kadar yakınında olunca buraları da biraz daha yakından görmek üzere, rotamızı Colosseum’a çeviriyoruz. Neredeyse yarım günde yapılabilecek en güzel Roma gezisi de ancak bu kadar olur diye düşünüyorum.  Herkes mutlu. Coloseum’un bahçesinde çimlere oturup dinleniyoruz ve tam karşıdan kalkan metro ile otele dönüyoruz. Metro için biletlerimizi, hemen girişteki makineden alıyoruz. Termini’ye gidip, oradan birkaç yüz metre yürüdüğümüzde bir gece misafir olacağımız otelimiz Hotel Serena’ya ulaşıyoruz.  

2.Gün (AREZZO)

Gece herkes güzel uyumuş. Sabah otelde basit bir kahvaltı sonrasında bavullarımızla yine Termine’ye geliyoruz. Saat 8:20 treni ile Arezzo’ya gideceğiz. Trenimizin hangi perondan kalkacağı dün belli değildi. O yüzden biraz daha erken geliyoruz gara. Elimizde koca valizlerle peronlar arasında heyecanlı bir koşturmaca yaşamak niyetinde değiliz. Girişteki tabelalardan trenimizin kalkacağı peronu öğreniyoruz. Arezzo’ya giden tren aslında Milano treni. Biz arada bir yerlerde ineceğiz. O yüzden 2,5 saat sürecek yolculuğumuza rağmen, her istasyonun adını dikkatle okuyoruz. İneceğimiz istasyonu kaçırmaya niyetimiz yok. 8 bavulun trene yüklenmesi ve aynı şekilde trenden indirilmesi çok iyi organize olmamızı gerektiriyor. Vagonlarda 6 kişilik kompartımanlar var. Bizim yerimiz belli. Yerimizi bulduğumuzda iki adamın -muhtemelen İtalya’ya başka ülkelerden gelmiş işçilerdi- kompartımanda yattığını görüyoruz. Biletlerimizi göstererek adamları çıkarıyoruz kompartımandan. Bizim içimizden de 2 kişi birkaç kompartıman ileride, yine bizler gibi turistlerin arasında yapıyor yolculuğunu.



İtalya’da tren ile yolculuk yapmak keyifli ve ekonomik. Bizim gezi boyunca tüm istasyonlarda gördüğümüz otomatik hızlı bilet makineleri, tren ile ulaşımı daha da kolaylaştırıyor. Roma’da biletlerimizi gişeden aldık ama sonraki yolculuklarımızda bu makineleri kullanmayı tercih ettik. Dokunmatik ekran olarak hazırlanmış makinelerden 5 dilde(İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve elbette İtalyanca) hizmet almak mümkün. Kullanacağınız dili ekran üzerinde seçtikten sonra, yine ekranda beliren klavye üzerinden, hangi istasyondan binip nereye gitmek istediğinizi girebiliyorsunuz. Bu tercihiniz sonrasında, belirtilen güzergahtaki tüm tren saatleri, fiyatları geliyor ekrana. Saat ve fiyat olarak kendimize uygun olanı seçtiğimizde ise kaç bilet almak istediğimiz bilgisini soruyor makine. Bir seferde en fazla 6 bilet alınabiliyor. Nakit ya da kredi kartı ile işlem yapılabiliyor. Nakit ödeme yapıldığında eğer para artarsa, bilet parasının üstünü de makinenin altındaki bir bölümden biletler kesildikten sonra alabiliyorsunuz.  Bir de trenle yapılacak yolculuklarda unutulmaması gereken şey, trene binmeden önce tren biletini mutlaka garlardaki sarı makinelere okutmak gerektiği. Aksi takdirde yüksek ceza ödemek zorunda kalınabilinir. Bazı tren biletleri üzerinde tarih, saat ya da yer numarası yazılmıyor. Bazılarında ise bunların hepsi belli olabiliyor. Bilet her nasıl olursa olsun, trene binmeden önce bu işlemin yapılması gerekiyor. Trenler üzerine bu kısa bilgilendirmeden sonra yine bizim yolculuğa dönebiliriz. 

Arezzo’ya yaklaştıkça bavullarımızı kapıya yaklaştırıyoruz. Ara bir istasyonda trenin ne kadar duracağını bilmediğimiz için, tatsız bir durumla karşılaşmak istemiyoruz. Kapıda bizimle beraber bekleyen iki bey de Arezzo’da ineceklermiş. Trenin istasyonda ne kadar durduğunu, hangi kapıdan ineceğimizi soruyoruz heyecanla. Ama onlar da eşleriyle birlikte tatile gelmişler buraya. Bizden farkları yok ne yazık ki. Bizim 8 kadın olduğumuzu öğrenince iki adamın da gözleri hayretle açılıyor. 8 kadının bir arada tatil yapma fikri onlara oldukça “gürültülü” geliyor. Ama bizim Arezzo istasyonundaki organize halimizi de bakışlarıyla takdir ediyorlar. 


Grup istasyonda ikiye ayrılıyor. Yarımız bavulların başında istasyon yakınındaki parkta bekliyor, yarımız da Ankara’dan kiraladığımız araçları almak üzere Budget’ın Arezzo’daki yerine gidiyor. Kalacağımız ev, Toscana ve Umbria sınırında, Arezzo’ya 30 dakika mesafede Lippiano’da “Casa Tersalle”.  İnternetten görebildiğimiz kadarıyla ev 8 kişinin rahatlıkla kalabileceği büyüklükte. Evi tutarken belirtilen şartlardan biri, arabayla ulaşımın zorunlu olduğuydu. Zaten bizim de gezi planlarımızı gerçekleştirebilmemiz için arabaya gereksinimimiz var. Evi sadece konaklamak için kullanacağız. Asıl planımız bolca gezmek. Gezeceğimiz noktaların da orta noktasında Arezzo yer alıyor. Grubun tamamı için 30 dakikalık bir mesafe, her gün şehir içinde yapılan mesafe. Ama arabaları aldıktan sonra Arezzo’dan eve giderken kat ettiğimiz yol, hiç de yarım saat olmuyor.

Toscana ve Umbria sınırındaki Lippiano’yu kolay buluyoruz. Ama evi ararken bir sürü patikadan geçiyor, kuş uçmaz kervan geçmez yollara dalıyoruz. Hatta yolun bittiği bile oluyor… Doğa güzel… Ne var ki gezmeyi planladığımız yerler göz önünde bulundurulduğunda, bu kadar sapa bir yerdeki ev herkesin kafasında soru işareti yaratıyor. Binbir güçlükle, kaç tariften sonra daldığımız son toprak yolda “Casa Tersalle” ve ev sahiplerimiz Jane ile Rob’ı görüyoruz. Ancak hepimizin evi ararken canı fena halde sıkılıyor. Bulunduğumuz yerin güzelliğini görecek halde değiliz. Bavulları bile indirmeden Arezzo’ya dönüp, orada bir otel arama planları yapıyoruz. 

Evi neden bu kadar zor bulduğumuzu, ev sahiplerimiz anlayamıyorlar. Gönderdikleri haritada bir sayfanın eksik olduğunu fark ediyoruz konuşunca…Gezi boyunca o kadar çok kayboluyoruz ki, şimdi düşününce o sayfa olsaydı da bulabilir miydik evi, pek emin olamıyorum.  O an için Arezzo’ya 30 dakika mesafede olduğumuza inanamıyoruz. O kadar çok dolandık ki, test etmek istiyoruz mesafeyi. Bu arada evin içine de göz ucuyla bakıyoruz. Ev fena değil aslında. 8 kişinin rahatlıkla yaşayabileceği büyüklükte. Tipik bir köy evi. Mutfak, yemek odası, yatak odaları… Toscana’da olduğumuzu hissettirecek şekilde düzenlenmiş.

Eve çok ısınmadan, Rob’un yol tarifini dikkate alarak tekrar Arezzo’ya gidiyoruz. Doğru yoldan gidince gerçekten yarım saatte ulaşıyoruz şehre. Asılan yüzlerimiz tekrar gülmeye başlıyor. Tüm gezi planını bu ev üzerine yaptığımız için, bir değişiklik yapmadan evde kalmaya karar veriyoruz. Bir şeyler ters giderse yakında kalınabilecek güzel bir şehir var nasıl olsa… Üstelik Toscana’nın, Floransa’dan sonra, en güzel şehirlerinden biri… Rahatlayınca Arezzo’yu tanımaya çalışıyoruz.


Çoğumuzun izlediği 1999 yılı en iyi yabancı film oscarına sahip Roberto Benigni’nin “Hayat Güzeldir” filminin, güzel günlere ait bölümlerinin çekildiği şehir Arezzo. Eski ve yeninin iç içe olduğu tipik bir İtalyan şehri. Floransa’nın görkemi yok. Ama kendi içinde burası da oldukça sevimli geliyor bize. Karnımızı doyurduktan sonra, kalabalığa doğru yönelince kendimizi “İtalya” caddesinde buluyoruz.  Bizim İstiklal Caddesinin hafif yokuş hali… Tarihi doku üzerinde toplanmış mağazalar, özellikle gençlerin ilgi odağı… Sabah evi ararken geçtiğimiz tozlu yollardan sonra, burası hepimizi sakinleştiriyor. Yokuşun sonuna kadar gezine gezine çıkıyoruz. Şehrin kalbi Grande Meydanı cıvıl cıvıl… Artık kimsede gerginlik yok. Ama evden çıkmadan önce Rob’un marketlerin belli bir saatten sonra kapandığını söylediği geliyor aklımıza. Ev yoluna koyulmadan akşam yemeği ve kahvaltı için alışveriş yapmamız ve hava kararmadan yolu iyice öğrenmek için eve dönmemiz gerekiyor. Sonraki günlerde Arezzo’ya gelmek için daha çok zamanımız olacak nasıl olsa.

Arezzo çıkışında açık bir market buluyoruz. Kahvaltılık, sebze, makarna, zeytinyağı ve şarap alıyoruz. Eve dönerken, yolu iyice hafızalarımıza kazıyoruz. Her ayrıntı sonraki günlerde yapacağımız yolculukların rahat olması adına önemli. Ama iki araba yolculuk yapmak çok kolay değil. Allahtan Selmin, Ankara’dan walkie-talkie getirmeyi akıl etmiş. Gezi boyunca “Hulki” ve “Tilki” olarak adlandırdığımız bu aletler, araçlar arası iletişimimizi -araya çok mesafe koymazsak- oldukça kolaylaştırıyor. Birbirimizi sapacağımız yollar, duracağımız noktalar ve “kayboluşlarımız” konusunda sürekli bilgilendirebiliyoruz…

Evi, Rob’un tariflerini dikkate alarak rahatlıkla buluyoruz. Sabahki nafile turlarımız aklımıza geliyor. Tarife uyunca, adresin kolaylığı içimize su serpiyor. Eve iniş yolundaki dik toprak yol biraz ürkütücü. Ama orayı sadece eve dönerken, Rob’un tarif ettiği diğer toprak yolu da evden giderken  kullanırsak, ev yoluyla ilgili bir sorunumuz olmayacak gibi. İlk akşamımızın menüsü makarna, salata ve şarap oluyor. Ay ışığında Toscana’ya karşı içilen şaraplar keyfimizi iyice yerine getiriyor.

Yorucu bir gündü. Yarın hedefte Siena ve San Gimignano var…
                                                                                                                            
3. Gün (SİENA - SAN GİMİGNANO)

Gün erken başlıyor. Planı akşamdan yaptık, keyifli bir kahvaltı sonrası Siena’ya gidiyoruz. Ev sahiplerimiz bize “kaybolmayalım diye” kocaman Toscana haritası veriyor. Yol ve tabelalar öndeki arabada takip ediliyor. Harita, kim önden gidecekse onda duruyor. Ama İtalya’nın da bir Akdeniz ülkesi olduğunu, haritadaki yollarla, gerçekteki yollar arasında biraz (!) fark olabileceğini, bazı yolların çalışma nedeniyle kapanabileceğini, her zaman bir B planı ile yola çıkmak gerektiğini tecrübe ile öğreniyoruz. Hedefe varmak için kasaba adları kadar yol numaralarını da izlememiz gerekiyor…Bazı trafik tabelalarını hepimiz ilk defa burada gördüğümüz için ne anlama geldiğini anlayamıyoruz. O yüzden hatalı yerlerde, yanlış dönüşler yapabiliyor, sakin Toscana şoförlerini şaşırtabiliyoruz.

İnanılmaz bir doğanın içinden bir yandan yolu takip ederek, diğer yandan öbür arabayı kaybetmemeye çalışarak ulaşıyoruz Siena’ya. Burası gerçek bir masal şehri bence. Boşuna Unesco Dünya Kültür Mirası listesine almamış burayı…Geçen gelişimde de aynı şeyi hissetmiştim. Burası biraz Assos biraz Alaçatı kokuyor bana. Siesta saati olması nedeniyle şehirde bir sakinlik hakim. Ama Palio meydanı olarak bilinen Piazza del Campo’nun gölge alanları turist kaynıyor. Daha önceki gelişim, yılda iki sefer düzenlenen palio yarışlarından birinin olduğu 2 Temmuz gününe denk gelmişti.  Kasaba o gün gelin gibi süslenmişti gerçekten. Şimdi, kalabalık aynı kalabalık ama, daha sade bir kasaba var karşımda. 


Palio’nun yapıldığı alan içbükey ve oldukça büyük bir meydan. Bu meydana bakan bir lokantada öğle yemeği yiyerek, sıcağı ve yorgunluğu unutmayı başarıyoruz. Tarih, bu küçük kasabanın içinde gömülmüş kalmış. Ancak geçmiş ve bugün çok güzel koordine edilmiş. Yemek sonrası Duamo’ya doğru şehri gezmeye devam ediyoruz. Kolay olmasa da ilerleyen saati dikkate alarak, Duomo’yu gezdikten sonra, Siena’dan ayrılıyoruz.


Şehirlere gitmek değil de, şehirlerden dönmek zor oluyor bizim için. Siena sonrası kolaylıkla gidiyoruz San Gimignano’ya… Burası da Dünya kültür mirasında yer alan bir ortaçağ kasabası. Kasaba girişinden aşağıya doğru uzanan Toscana Vadisi'ndeki üzüm bağları dünyanın en kalitelileri belkide. Üzüm toplama ve şarap yapımı kursları da veriliyormuş, ama bizim  gezimizde buna zamanımız yok. Belki başka bir sefere bu amaç için düşeriz yollara...

Sanki bir film seti gibi kasaba. Sokaklarında gezinen modern kıyafetli kadınlar, adamlar, o yüksek kuleli evlerden birine girip çıktığında zaman değişecek, bir kaç yüzyıl geriye gidecekmiş gibi herşey. Bu zaman ile bu mekan birbirine uymuyor aslında...Herşeyi böylesine geçmişteki gibi bırakıp da, bugünlere getirmek gerçekten de muhteşem bir duygu. İnsanın aidiyet duygusunu geliştirir bence bu şekilde korunan yerler. Sokaklarında kaybolmak bile güzel. Gezinin ana teması olduğundan mıdır nedir, onca dükkan içinden hepimizin ilgisini seramik satan yerler çekiyor. Dışarıda olduğu kadar, buralarda da elimizden fotoğraf makineleri düşmüyor.


Dükkanlardan çıkabildiğimiz zamanlarda, adımlarımız bizi kah Popolo Meydanına, kah Duomo Meydanına kah Sarnıç Meydanına çıkarıyor. Bir zamanlar  Dante’nin de bu sokaklarda, meydanlarda gezindiğini bilmek hoşuma gidiyor. Duomo meydanında katedralin önünde dans gösterileri var. Biraz dinlenmek, biraz eğlenmek için biz de gösterileri izleyen kalabalığın arasına karışıyoruz.  Akşam olmak üzere. Eve dönüş için yola çıktığımızda, hepimizin yüzünde kocaman bir gülümseme var. Gün güzel geçti. Toscana’nın sıcağı Eylül ayı olmasına rağmen, tenimizi ısıttı. Günün değerlendirmesini yaparken, öndeki arabadan “Hulki” “Tilki”ye sesleniyor telaşla. “Yanlış yoldayız galiba”… Bu, sonraki günlerde en çok kurduğumuz cümle oluyor. Gezdiğimiz kasabaların büyüsünden çıkmadan yola koyulunca, sağa döneceğimize sola sapmamız, bize gereksiz bir akşam heyecanı yaşatıyor. Hemen şamatayı bırakıp, yola konsantre oluyoruz. Ekip çalışması ile, karanlığa rağmen yolun doğrusunu tespit edip, kazasız belasız eve varmayı başarıyoruz.

Bunca yorgunluğa rağmen terasta bir akşam yemeği ve şarap eşliğinde günün şamatası hepimize iyi geliyor. Yarın büyük gün. Bize bu Toscana macerasını yaşatma fikrini veren Deruta’ya gideceğiz…

4.Gün (DERUTA)

“Deruta”, bizi buralara getiren mayolika çinilerinin merkezi, bizim İznik benzeri bir kasaba. Mayolikanın nasıl yapıldığını öğrenecek ve birer küçük şey yapmaya çalışacağız. Akşam, Ayşegül’le kaybolmayalım diye haritadan uzun uzun yolumuzu çalıştığımız için, hiç bir tereddüt yaşamadan, rahatlıkla buluyoruz Deruta’yı. Kasaba girişinden itibaren göz alabildiğine her yerde, mayolika tekniği ile yapılmış ürünlerin satış mağazaları var. Mağazaların içinde ise atölyeler…


Okulumuz “Scula d’Arte Ceramica”, kasabanın orta yerinde. Hocamız Romano Ranieri, İngilizce bilmediği için bize yakışıklı Nicola anlatıyor tekniğin detaylarını. Mayolika, bisküvi pişirimi yapılmış seramik form üzerine uygulanan ham sır yüzeyine yapılan dekorasyona verilen genel bir ad. Tekniğin merkezi İspanya kıyılarında bir ada olan Mayorka. Ama, 13. Yüzyılda kimi sanatçılarca İtalya’ya taşınmış ve burada ünlenmiş. Mayolika uygulanacak form önce beyaz ya da açık renkli bir sırla kaplanıyor. Desen bu sırlı formun üzerine, aynı bizim yaptığımız gibi delinmiş desenler üzerinden kömür tozu ile aktarılıyor. Toz boyalar, içine su katılarak sulandırılıyor ve suluboyaya benzer bir teknikle boyanıyor. Ürün pişirildiğinde, desen eriyerek sırrın içine işliyor ve zemin sırrı ile kaynaşıyor. Teknik farklı olsa da elimiz fırçaya alışkın olduğu için, bir günde birer tabak boyamayı bitirebiliyoruz. Öğle arasında, bizimle beraber mayolika çalışan İtalyan Floriana’nın önerdiği Perugia yolundaki nefis bir İtalyan restoranı Albergo Ristorante Siro’ya, yemeğe gidiyoruz hep birlikte. Floriana, restoranın sahibinin yakın arkadaşı. Bize klasik bir İtalyan yemeği nasıl olur onu tanıtıyor. Restoranın duvarları resimlerle kaplı. Hepsinin şarapla yapıldığını, boya kullanılmadığını öğreniyoruz. Biz Floriana’nın bu kadar yemeği bir öğünde yiyip nasıl bu kadar zayıf kaldığına, o da bizim bir günde yapabildiğimiz mayolika tabaklara inanamıyor. Ama Türkiye’de de benzer bir uğraşımız olduğunu öğrenince bizlerin birer “mucize yetenek” olmadığını anlıyor.  


Dersten çıkınca kalan zamanımızda Deruta’da girmediğimiz mağaza kalmamacasına geziyoruz. Bizim ürünlerimize göre renkler daha canlı. Mayolika geleneğinde sarı, kahverengi, yeşil, mavi ve siyah renkler ağırlıklı çalışılıyor. Bizim kırmızı, kobalt, turkuaz ve yeşilimiz gibi… Desenler daha geometrik. Hepimizde inanılmaz bir mutluluk hakim. Hava iyice kararmadan eve dönelim diyoruz.

Yol boyunca keyfimize diyecek yok. Güzel bir günü, anılarımızda tekrar yaşıyoruz… Birden karşımıza sabah gelirken görmediğimiz kocaman bir göl çıkıyor… Göl üzerinde batan güneş manzarası harika. Sabah neden dikkatimizi çekmedi bu göl diye şaşırıyoruz. Deruta’ya bir an önce varma arzumuzdan gözümüz hiç bir şey görmemiş diye kahkahalar atıyoruz. Birden şen kahkahalarımızın yerini derin bir sessizlik alıyor. Hulki’den Tilki’ye gelen mesaj susturuyor hepimizi. “Yanlış yoldayız galiba”…

Bir gün önce akşam, Deruta yolunu çalışırken Arezzo tarafındaki uzun yolda olması gereken Trasimeno Gölü bu. Hızlıca harita üzerinden kısa bir yol buluyor ve ani bir grup kararı ile o yola sapıyoruz. Yol, yanlışlıkla girdiğimiz diğer yola göre daha kısa belki ama, Umbria bölgesinin belki de tek dağına virajlı bir yoldan tırmanıp, inmek zorunda kalıyoruz. Trasimeno gölünün üzerindeki ay ışığının yansıması da en az gün batımı kadar güzel (!) Neredeyse gece yarısına doğru eve ulaştığımızda, Toscana’da kaybolmanın da ayrı bir keyif olduğu konusunda hem fikir oluyoruz. Hiç bir şey keyfimizi kaçıramaz.

5.Gün (PERUGİA-ASSİSİ)

Beşinci günümüzde Deruta’ya 15 km mesafedeki Perugia’da yemek kursuna katılıyoruz. Perugia, Deruta yolu üzerinde olduğu için yol konusunda çok rahatız. Aslında gerçekten de çok kolay ulaşıyoruz Perugia’ya. Ama, kursun olduğu evi de nedense 1 saat aradıktan sonra ancak bulabiliyoruz. Kapanan yollar, kursun şehir merkezinde değil de, yakınında bir tepedeki kır evinde olması işimizi oldukça güçleştiriyor. Artık bu kayboluşlar bize gezinin bir parçası gibi geliyor. Hiç şaşırmıyoruz. Ama hedefe vardığımızdaki tüm İtalyan ev sahipleri, evi neden bulamadığımıza çok şaşırıyor. Sanki evleri yol üzerinde çok kolay yerde de biz geçerken görememişiz gibi davranıyorlar. Tabelasız, toprak yollarda bulduğumuz her adresi, aslında akdenizli içgüdülerimiz ve inadımız karşımıza çıkarıyor bence.


Zeynep ve benim dışındakiler kursa katılıyor. Aslında onlar kursta iken, yükseklik korkum olmasa biz de Zeynep’le burnumuzun dibindeki Perugia’da gezebilirdik. Ama o toprak yollardan inip, çıkmayı ve belki de tekrar kaybolmayı göze alamadığım için, yürüyüş ve sohbetle geçiriyoruz bekleme süresini.   

Ekibin geri kalanı, yarım günlük yemek kursunda yapmayı öğrendikleri közlenmiş biberli bruşettayı başlangıç olarak, sebzeli makarnayı ilk yemek olarak, kızarmış baharatlı tavuğu ikinci yemek olarak ve vişneli turtayı tatlı olarak yiyerek, öğle yemeği sorununu da halletmiş şekilde ayrılıyor. Biz de onların yaptıklarından ayırdıkları parçalar ile doyuruyoruz karnımızı.

Günün geri kalanı için haritadan seçtiğimiz en yakın lokasyona, Assisi’ye gitmeye karar veriyoruz. Assisi kaybolmadan gidebileceğimiz bir yer. 1250’lerde yapılmış San Francesco Bazilikası, burayı oldukça önemli bir merkez yapmış. Burası da Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Kasabaya girdiğimizde, kendimizi Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanının film setinde gibi hissediyoruz. Her yer, dünyanın dört bir yanından gelen rahiplerle dolu. Çiçeklerle bezeli taş evler, tertemiz sokaklar, kalabalığa rağmen tuhaf bir sessizliğin hakim olduğu meydanlar…

1182-1226 yıllarında yaşayan ve zengin kumaş tüccarı Assisi’nin sonradan “Aziz” olarak ilan edilen oğlu Fransis, İstanbul’a yapılan bir haçlı seferine katılmayı redderek, Vatikan önünde dilenmeyi seçmiş. Bu sıralarda bir ağır bir hastalık geçirmiş ve ailesi tarafından reddedildiği için, hastalığı sonrasında kendini tamamen dine adıyarak, italyan dilencisi kılığında köy köy dolaşmış. Adına yapılan bu katolik bazilika, altına hücum eden yoksul Amerikalıların kurduğu San Fransisko şehrine de adını vermiş. 

Bazilika, çok büyük. İçindeki freskler, gördüklerimin en güzeli… Dünyanın dört bir yanından gelmiş katolikler, burada yaptıkları duaların onları daha çok koruyacağına inanıyor olmalı. İçerisi, gerçekten çok kalabalık. Bu bazilika dışında, Santa Chiara Bazilikası, San Rufino Duomosu ve Santa Maria Minevra kilisesi de var kasabada… Assisi tam bir ibadet şehri…


Dönüş yolunu dün yaşadığımız maceradan dolayı gayet iyi biliyoruz. Kaybolma hakkımızı sabah kullandığımız için, akşam ilk defa hiç bir telaş yaşamadan eve varıyoruz.

6.Gün (DERUTA -PERUGİA)

Fırındaki tabaklarımızı almak üzere bugün tekrar Deruta’ya gidiyoruz. Yol ilk defa sorun olmuyor. Üç gündür aynı yolu katettiğimiz için, çok rahatız. Ancak okula vardığımızda tabakların hala fırında olduğunu öğreniyoruz. En azından 2 saat daha beklememiz gerekiyor. Eve dönmek, sonra başka bir gün tekrar gelmek işimize gelmiyor. Daha sıkışık olabilir günlerimiz. O yüzden dün gezemediğimiz Perugia’ya ya gitmeye karar veriyoruz.

Perugia oldukça ilginç bir üniversite şehri. Eski şehir merkezi tepede. Yeni şehir ise Tiber nehri kıyısında düzlükte kurulmuş. Arabaları yeni şehirde bir otoparka bırakıp, buradan eski şehir merkezine ulaşmak için, tünellerin içinden, yeraltı müzelerinin ve çarşılarının arasından kah yürüyerek kah yürüyen merdivenle çıkmamız gerekiyor. Yeraltından günışığına çıkana kadar süren bu yolculuk, zamanın içinde bir yolculuk gibi. Eski şehir merkezine günün belli saatlerinde araba ile girilmesi yasak. O yüzden yeraltından çıktığımızda gördüğümüz şehir bizi büyülüyor. Eskinin bu kadar güzel ve çağdaş bir şekilde bugüne taşınmasının güzel bir örneği Perugia. Yaşlı sokaklar, genç insanlar karması…

IV Novembre Meydanına doğru yürüyoruz. Meydanda, Duomonun merdivenlerinde, gölgede bir mola veriyor, önümüzden akıp giden insan selini izliyoruz. Eski şehrin en önemli meydanı bu. Maggiore Çeşmesi etrafı, güneş nedeniyle susayan kuşlara kalmış. Biraz soluklandıktan sonra, şehrin daracık, tarihi sokaklarında kaybolmaya çalışıyoruz. Ama bu kayboluşlar her seferinde bizi güzelliklere götürüyor.  Yüzyıllar öncesine ait yüksek taş duvarlardaki küçücük pencerelerin ardında süren hayatlar, hepimizde merak uyandırıyor.

Kapısında kuyruk bekleyerek pizza yediğimiz, Pizzeria Mediterranea'yı da bu sokak aralarından birinde, tesadüfen buluyoruz. İtalya yolculuğumuzun sonuna gelmişken, yediğimiz en güzel pizzaların bunlar olduğuna karar veriyoruz (üstelik uygun fiyatlı). Şehir gezimiz güzel ama, fırından çıkan tazecik pizzalardan sonra aklımız Deruta'daki fırından çıkacak tabaklara takılıyor... Deruta’ya gidiyoruz tekrar. Zaten Perugia-Deruta arası 15 dakikalık bir mesafe. Tabaklarımız gerçekten çok güzel olmuşlar. Bir güne sığdırdığımız maceranın meyveleri, hepimizi mutlu ediyor. Yaşlı Ronaldo ile resimler çektiriyoruz. Kim bilir belki bir gün yine geliriz…


7.Gün (FLORANSA)

Bugün, grubun Selmin haricinde kalan kısmı ile Floransa’dayız. Aslında Arezzo’ya fazla uzak bir şehir değil ama, kendimizi tamamen gezmeye konsantre etmek ve günü uzun tutmak için, arabayla değil trenle gidiyoruz Floransa’ya… Selmin ise bir arkadaşı ile buluşmak üzere tekrar Siena'ya gidiyor. Arabaları, Arezzo garındaki park yerine bırakıyoruz. Arezzo ile Floransa arasındaki tren yolculuğu 45 dakika kadar sürüyor. Floransa'da tren garı, gezi programımızdaki yerlere yürüme mesafesinde. Yönümü, yine daha önceki gelişimden aklımda kalan haliyle kolaylıkla belirliyorum. 

İlk olarak Duomo'ya gidiyoruz yine. Senyörler Meydanı, Vechio Sarayı, Uffici Müzesi, Vechio Köprüsü... Floransa'da zamanın su gibi akıp gitmesine sebep olan güzel mekanlar... Adım attığımız her yer, baktığımız her nokta, bütün şehir tarih ve estetik kokuyor. Heykellerle dolu sokakları meydanlara açılan, insanların özgürce gezebildiği bu şehre teslim ediyoruz adeta kendimizi. Nasıl özlüyoruz aslında bu tür şeyleri... Ankara'da, İstanbul'da cam binaların içinde yaşamak zorunda bırakılmışlığımıza isyan ediyoruz... Rönesansın başladığı yerde, tüm bu tarihi dokunun içinde, taş binaların, mermer heykellerin arasında biz de yeniden doğuyoruz adeta.

Vechio Köprüsüne gelmeden çini mürekkebi ile gözümüzün önünde çizim yapan bir ressamdan, harika Floransa resimleri  alıyoruz hepimiz. Ressam, kendisine gösterdiğimiz bu ilgiden oldukça hoşnut oluyor. Nereli olduğumuzu merak ediyor. Türkiye'den olduğumuzu söylediğimizde verdiği yanıt da bizi mutlu ediyor. "Ben de tatile sizin tarafa geldim bir kaç sefer. Sizin ülkeniz de çok güzel!" diyor... Biz de biliyoruz bunu, ama keşke sahip olduğumuz güzelliğin sizler kadar kıymetini bilsek diye iç geçiriyoruz yine de...  


Vechio Köprüsü, fotoğrafçı arkadaşlar için inanılmaz bir fon. Köprüye giderken, köprü üzerinde... onlarca fotoğraf çekiyoruz hepimiz. Ama asıl manzaranın Michalengelo tepesinde olduğunu söylüyorum ben. Gün ışığının biraz azalması gerekiyor ama oradan çekilecek fotoğraflar için. Güneşi batırana kadar buradayız yani. Dönüş tren saatimizi de buna göre ayarlamıştık zaten. Gün batımına kadar şehri gezmeye devam... Bu kez nehrin öte yakasına geçiyor ve Pitti Sarayı'na yöneliyoruz. Bu ihtişamlı saray, nehrin öbür yakasındaki Medicileri etkilemek üzere, tüccar Lucca Pitti tarafından 1450'lerde yaptırılmış. Zamanın tüccarlarının günümüz ihale zenginlerinden farkı yokmuş sanırım. Yaptırdıkları evler, gerçekten saray diye anılmayı hak  edecek büyüklükte...

Sarayın girişindeki eğimli bahçede biraz keyif  molası veriyoruz. Teleşla şehri gezmeye çalışan turistleri, şehrin havasını sindire sindire yaşayan öğrencileri, aşıkları bu eğimli ve gölgeli girişten kuşlarla haşır neşir olarak izlemek, bizi yine zamandan ve mekandan koparıyor adeta. 







Saray, dışarıdan bakıldığında evden daha çok kaleye benziyor  bana kalırsa. Bu kadar büyük bir yapının, zamanın birinde bir ailenin konutu olarak kullanıldığını hayal edemiyorum. Yaşam şekilleri şimdiyle nasıl farklıymış demek ki. Şimdinin çekirdek aile hayatlarının yerini, o zamanlar sülaler boyu birlikte yaşam şekli mi alıyordu acaba? O kalabalığı da, bu yüksek ve kalın duvarlar mı koruyordu dışarının tehlikelerinden? Bunları hep tarih bilimciler değerlendiriyordur elbette. Bugün kapısından girdiğimiz haliyle müze olarak yaşayan bu yapının yüzyıllar boyunca tanıklık ettiği hayatları hayal etmekse, bizim gibi gezginlerin düş zenginliğine bağlı. 

Bu kadar keyif yeter diyerek, Pitti sarayı içinde Palatina Galerisini ve Modern Sanatlar Galerisini geziyoruz. Floransa gezimiz, bu müzeler gezilmeden biraz eksik kalırdı diye düşünmeden edemiyoruz. Galerinin sonundan çıktığımız Boboli Bahçeleri ise hepimize ilaç gibi geliyor. Bakımlı haliyle bahçe çok güzel görünüyor. Ama asıl güzelliği, bir saray bahçesinde, sere serpe uzanmanın mümkün olmasında saklı bizim için.





Bahçedeki havuzlar, çeşmeler, zarif heykeller arasında, selvi ağaçlarının gölgesinde gezinirken hepimiz kendimizi -yalan yok- prenses gibi hissediyoruz. Üzerimizde, şortlar, penyeler ve yürüyüş ayakkabılarımız değil de etekleri kabarık, uzun elbiselerimiz olsa, bu bahçe zerafeti karşısındaki neşemizle prenseslerden neyimiz eksik? 
Güneş  yakıcılığını yavaş yavaş azaltıyor. Bizim de bu eşsiz bahçeden ayrılma zamanımız geliyor. Malum, daha Michalengelo tepesinden fotoğraf çekeceğiz. Tepeye çıkan otobüse ulaşmak için biraz yürümek zorunda kalıyoruz. Bahçede farkına varmadan oldukça yürümüş olmalıyız ki, otobüse varmak için atılan her ilave adım, canımızı fena halde yakıyor. Ama yine de planımızdan vazgeçmiyoruz. Yorgunluktan asılan suratlarımızla, Michalengelo tepesine ulaştığımızda, Arno nehri kıyısında tarihle başbaşa yaşayan bu Rönesans şehrini görmek, yine yüzümüzü güldürüyor. Tüm yorgunluklarımızı bir anda unutuyoruz... 
 
Güneş battıktan sonra iniyoruz aşağıya. Yemek yemek için zamanımız kalıyor allahtan. Senyörler Meydanı'nda şık bir restoran-cafe'de doyuruyoruz karnımızı. Meydanın ışıklandırılmış halinin de gündüzden farkı yok. Şehrin 7-24 yaşadığının bir kanıtı bu da... Her yer hala insan kalabalıkları ile dolu. Ellerinde fotoğraf makineleri, gece resimleri çekmeye uğraşıyor kimileri. Doyan karnımız, dinlenen ayaklarımız ile birlikte biz de şehrin gündüz giremediğimiz sokaklarına dalıyoruz. 
Gece ışıklarının altındaki Cumhuriyet Meydanı (Republica Square) çıkıyor birden karşımıza. Meydandaki atlıkarıncanın güzel müziği ortamın havasını değiştirmiş. Sokak ressamları ve çocuk kahkahaları ile dolu her taraf. Burası, Floransa'ya gelen zengin turistlerin mekanı. Tarihi kafe Gilli ve Savoy oteli bu meydanda... Masalsı şehre veda etmek için bundan daha güzel bir mekan seçilemezdi gerçekten. Bir de meydanda tezgah açan ressamlardan birinden Pinokyo'lu bir Floransa resmi aldık mı tamam. Artık Selmin'le buluşmak üzere Arezzo'ya dönebilir, masalı şimdilik bitirebiliriz.

                             (*) Ayşegül Çakır'a teşekkürlerimle...
 
8.Gün (ANGHİARİ - AREZZO)

Artık günler sona eriyor. Bugün haritadan seçtiğimiz gezi rotamız Anghiari. Kasabanın adı, daha çok Leonardo da Vinci’nin kayıp freskosu “Anghiari Savaşı” ile geliyor akla.  1400’lü yıllarda Floransa’lılar ve Milano’lular arasında yapılan Anghiari Savaşı ile ilgili fresko, rönesans zamanının en iyi eserlerinden biri olarak bilinmesine rağmen bugün nerede olduğu tartışılıyor. Freskonun, Floransa’daki Palazza Vecchio’nun duvarındaki Georgia Vassari tarafından yapılmış bir diğer freskonun ardında olduğu tahmin ediliyor. Leonardo’nun adını ölümsüzleştirdiği Anghiari de diğer Toscana şehirleri gibi yüksek taş duvarlı evleri, dolambaçlı dar sokakları, rengarenk çiçek bezeli bahçeleri ile masal şehri kıvamında. Arabaya gerek duymadan, sokak sokak yürüyerek gezilebilen bu güzel kasabada evlerin çoğunun duvarı bitişik. Ama kapıları, pencereleri farklı hizalarda… Sanırım birbirlerinin hayatlarına duyulan saygı nedeniyle böyle. Kimse kimsenin özel hayatına dahil olmuyor.

Küçük kasabalarda yaşamak gerçekten çok güzel. Neredeyse her sokağına girip çıktığımız,dükkanlarda oyalandığımız, fotoğraflar çektiğimiz Anghiari'de öğlene kadar gezilecek yerlerin hepsini sonlandırıyoruz. Zaten kasabalılar da siestaya çekiliyorlar yavaş yavaş. Burada zaman geçirmek, bu koşullarda pek mümkün değil gibi... Öğleden sonrası için, Toscana gezimize başladığımız yerde, Arezzo’da keyif yapmaya karar veriyoruz biz de. Bütün kayboluşlarımızda, bize kucak açan bu güzel Toscana şehrine yeterince zaman ayıramamışız gibi geliyor hepimize. Aslında gerçekten çok keyifli bir şehir Arezzo. Arabayı merkezde bir yerlere park ettikten sonra şehrin yürüyerek keyfini çıkarmaya çalışıyoruz. 

Burası gerçekten Floransa'dan sonra, en büyük Toscana şehri... Sokaklar cıvıl cıvıl...Özellikle eski şehrin olduğu İtalya Caddesi'nin üst kısımlarındaki Büyük Meydan (Piazza Grande) şehrin en büyük meydanı. Bu meyilli alan üzerinde yer alan yapıların da çoğu tarihi nitelikte. Santa Maria Della Pievve Kilisesi'nin arkası, bu meydana bakıyor. Floransa'da Uffici Sarayından, Vechio köprüsüne giderken gördüğümüz, üstü kapalı yaya yolunun bir benzeri, Giorgio Vassari tarafından tasarlanmış, üstü kemerlerle kapalı yaya sokağı (Vasari Loggia), Piskoposluk Sarayı, Medici Anıtı... Gerek Meydanda gezerken, gerek biraz daha aşağıya, İtalya Caddesini kesen sokaklardan biri olan Via Cavour'da görüp oturduğumuz Cafe dei Constanti'de, kendimizi hep "Hayat Güzeldir" filminin setinde gibi hissediyoruz. Cafe'ye oturup, sokağın keyfini çıkarmaya çalışıyoruz.  Burası, Arezzo'da yaşayan halkın da soluklandığı bir yer. Etrafta keyifli, bol gürültülü, şık İtalyanlar görmek mutlu ediyor bizi... Bir zamanlar buralarda da yaşanmış savaştan iz kalmamış sanki... Acılar unutulmuyor elbette. Ama zaman, her acının üzerine çok güzel kül serpiyor...


Biz de aramızda, Toscana'dan bizde kalan güzel anları paylaşarak, neşeleniyoruz. Yaşamak kadar, anıları paylaşacağın dostluklar da önemli... Hava yavaş yavaş kararmaya başlarken, hepimizi dönmek zorunda olmanın hüznü kaplıyor aniden. Toplanacak bavullar ve son kez geçeceğimiz toprak yollar bizi bekliyor. Gürültülü İtalyanlara gülümseyerek, sessizce kalkıyoruz Cafe'den... Kaybolmadan yapılacak başka gezilerin hayalleri ile ayrılıyoruz Arezzo'dan.

Anılarımızda daracık sokakları, yüksek taş duvarlı evleri ve kiliseleri, rengarenk çiçekli bahçeleri ve pencereleri, üzüm bağları, lezzetli şarapları ve makarnaları, tarihlerine saygılı, geçmişi unutmadan bugünlerine sahip çıkan, yardımsever ve neşeli insanları ve kaybola kaybola ulaştığımız tüm diğer güzellikleri ile yaşayacak Toscana… 


Farklı yolculuk düşlerinde görüşmek üzere… Rotanız hep güzelliklere, dostluğa ve sevgiye doğru olsun… 


 NOT: Bu yazının kısaltılmış hali; TEMPO TURİZM VE SEYAHAT ACENTASI'nın gezi bloğu olan http://leyleginguncesi.blogspot.com adresinde, 2013 yılının Ocak ve Mart aylarında "Kaybola Kaybola Toscana" adıyla iki bölüm halinde yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

Körfez'in İncisi: Karamürsel