Güneşe Komşu Evler Şehri: MARDİN


Uzun yolculuklar sıkmaz beni. Yolda olmak duygusu iyi gelir. Giderken gördüğüm yerler, başka zamanlarda yapılabilecek yeni gezilere dair merak uyandırır içimde. Bu yüzden, zaman sıkıntısı yoksa uçak yerine, otobüstür tercihim. Elimde kitabım, kulağımda sevdiğim müzik, gözümün önünde akıp giden köyler, kentler, hayatlar… Yol boyunca geçtiğimiz yerlerde, çocukların hayatıdır en çok ilgimi çeken. Tarlada koşturan, bahçede bisiklete binen, okula giden, koyun güden, dereye-denize giren, gülen, ağlayan, yalnız, kalabalık çocuklar… Nerde yaşadıklarının farkındalar mı, yarın olmak istedikleri yer orası mı, hayatlarının içinden geçip giden bu otobüs ne düşündürür onlara diye, kurar dururum yol boyu. Bilirim, insan en çok çocukluk şehrinde dalar hayallere…

Böyle uzun, keyifli bir yolculuk sonrası vardım Mardin’e. Hedef bir masal şehri olunca, gerçeklerden kopuş mesafesini uzun tutmak, sindire sindire girmek istedim “Güneşin Şehri”ne.  Aksaray, Adana, Gaziantep derken kelaynakları ile ünlü Birecik, sarı sıcak Urfa, kendi güzel ama adı hüzünlü Viranşehir, Kızıltepe ve Mardin… Gelene kadar çok resmini görmüş, hakkında çok şey okumuştum. Ama yine de kalenin eteklerinde üst üste dizilmiş gibi duran, hiçbiri bir diğerinin manzarasını bölmeyen, çoğu 18-20. Yüzyıllar arasında yapılmış, uçsuz bucaksız “Mezopotamya” manzaralı o taş evler, bende gerçekten bir masal şehrindeymişim duygusu uyandırdı.  Uzun bir süre yamaca sıralanmış bu teras evleri izlemekten alamadım kendimi.

O uzun yolculuğun yorgunluğunu Şehidiye Camii Medresesi’nin damındaki çay bahçesinde, güneşin  batışıyla önce kızıla, sonra gelen geceyle maviye boyanan ovaya karşı içtiğim bardak bardak çayla giderdim.  Dicle ve Fırat’ın arasında kalan o bereketli topraklarda bir zamanlar yaşamış Sümer, Akad, Babil, Hitit, Asur, Urartu, Emevi  ve Abbasi Asur gibi uygarlıklardan bugüne kalan, oradan bakıldığında sonsuz bir özgürlük ve huzurmuş gibi geldi bana. Yazının, o sonsuzluk içinde yaşayan insanlar tarafından bulunmasını, mekanın doğallığı içinde “olmazsa olmaz” bir durum olarak kabul ettim. İnsanın bu özgürlük içinde yüreğinden kopan sözcükleri, yarınlara bırakmayı düşlemesinden daha doğal ne olabilirdi ki? Murathan Mungan’ın “Paranın Cinleri” kitabındaki satırlarını anımsadım o an:

O kıraç sessizliğiyle güneşe komşu evlerin serin ayvanlarında oturup, bütün ufkun yalnızca bir bozkır olduğu o taşkentte insanlar birbirlerinin masallarını dinliyor, birbirlerinin masallarına inanıyorlardı. Sıcağın hiçbir şeyi, hatta zamanı bile kımıldatmadığı o kızgın öğleüzerlerinde; ya da bol yıldızlı gecelerin, damlara, avlulara serilmiş bitişik yataklarında fısıldaşan masallar bütün uzaklıkları yakın ediyordu, bütün düşleri gerçek.”

Gerçekten kımıldamayan bir zamanın içindeydim sanki. Damında çay yudumladığım medresenin, 13. Yüzyılda Artuklu hükümdarı Nasreddin Artuk Arslan tarafından yaptırıldığını öğrendiğimde, burada geçen günlerimde tarihin içinde kaybolacağımı daha iyi anladım. Yanı başımda uzanan minare, medresenin orjinaline ait değil ama. Geçen yüzyılın başlarında yapılmış. Minareyi yeniden yapan Ermeni mimar Lole, bir Müslüman kızına aşık olmuş.  İçindeki aşk ile eşi benzeri olmayan bir minare yapmaya niyetlenmiş. Üstelik söylenceye göre minareyi iskelesiz olarak inşa etmiş. Taşları nakış gibi işli Şehidiye Cami minaresinin temelinde aşk var yani. Minare iki şerefeli. Şerefeye çıkan iki merdiven birbirini görmeyecek biçimde sarmal olarak tasarlanmış. Daha önce yolun karşı tarafındaki konağı da Ermeni mimar Lole yapmış. 


Konak şimdilerde PTT binası olarak biliniyor. Ama 1800’lü yılların sonlarında, Mardin’in önde gelen ailelerinden Şahtanalar için yapılmış. Tüm güzellikler gibi, sevdanın ürünü… Belki de Lole, aşkı ifade etme konusundaki ilhamını bu evden aldı, kim bilir? Söylenceye göre Şahtana Ailesi’nden bir genç, Ömerli’de yaşayan bir kızı sever ve onunla evlenmek ister. Ancak kız, kendisi için Mardin’deki en büyük evin yapılması şartıyla bu teklifi kabul eder. Böylece, Mardin’deki en büyük U planlı evlerden biri olan Şahtanalar’ın konağı inşa edilir. Konakta kapı ve pencere kenarlarındaki, iç mekanlarda yer alan nişlerdeki taş işçiliği gerçekten çok etkileyici. Aşk mı bitti, hayat mı bilinmez… Yoksa bu taşların büyüsü mü başka diyarlara sürükledi bu aileyi? Ama bu konak 1930’lardan itibaren önce “Memleket Hastanesi” sonra da Otel olarak kullanılmaya başlanmış. 1953’ten beri de aileden satın alınarak PTT olarak kullanılıyor. Yurdumda gördüğüm en güzel PTT binası bu olsa gerek.

İnsan Mardin’de girdiği bir yerden çıkamıyor. Dakikalar boyunca taşların sarı sıcağında kurduğu düşlerin içinde kayboluyor. Ama kaybolmanın ne olduğunu asıl, Mardin’in labirent gibi çarşısında ve dar, abbaralarla bezeli sokaklarında anlıyor. AVM’lerle kuşatılmış bir şehirde yaşamak zorunda bırakılan her insan gibi, bu açık hava çarşıları başka bir keyif veriyor bana. Mardin mutfağının kendine has lezzetlerinin ana malzemelerini oluşturan sebzelerin, baharatların içinden geçerek, kakuleli mırranın tadına bakabileceğiniz kahvecilere, oradan tütüncülere ve çaycılara ulaşıyorsunuz. Burada yapılan yemeklerin başka bir lezzetli olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim bu arada. Herkesin damak zevkine uygun bir lezzet, mutlaka çıkacaktır Mardin’de.  Ama benim favorim, Cerciş Murat Konağı’nda yediğim “Kitel Raha” oldu… Mardin kültüründe önemli yeri olan Süryani rahibelerin oruç yemeği olan, haşlanmış içli köfte gibi bir şey bu. Ben, yassı olarak hazırlanmış köftenin üzerine sarımsaklı yoğurt ve biber ile servis yapılmış halini yedim. Belki başka sunumları da vardır. Gezerken, ruhu olduğu kadar, benim gibi mideyi beslemeyi de seven gezginler, başka hoş lezzetleri de mutlaka bulacaktır.

Çarşıda gezmeye devam ederken, göreceğiniz lezzet duraklarının peşi sıra, rengarenk kumaşçılar, zengin çeşitlerle dolu dükkanları olan bakırcılar, telkari işçiliğinin en güzel örneklerinin sunulduğu kuyumcular, gümüşçüler (ama telkari işçiliğini yapan sadece iki ermeni aile kalmış Mardin’de, dükkanlarda satılanların çoğu bu ailelerin yaptığı ya da Midyat’taki Süryani ustalardan gelen sanat eserleri), terziler, ayakkabı tamircileri, marangozlar, kalaycılar, semerciler ve şahmerancılar çıkacak karşınıza. Hepsi bir yana, şahmerancılar ve semerciler bir yana…

Şahmeran, Mardin ile özdeşleşmiş bir figür. Girdiğiniz her yerde, duvarda asılı bir Şahmeran resmi karşılıyor sizi.  Ankara’da bir tek kalede gördüğüm şahmeran ustalığının, burada insanlar için ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorum. Şah-Meran, Farsçada yılanlar şahı demek. Mardin adının da buradan geldiği söylenceler arasında. Binlerce yıl önce yerin yedi kat altında yaşayan yılanların şahı, güzeller güzeli Şahmeran ile onu gören, yerini bilen tek insanoğlu Cenşab arasındaki aşkın hüzünlü hikayesi saklı bu efsanede. Mardin, bu yüzden belki bu kadar aşk kokuyor.

Şehrin daracık ve yokuşlu sokaklarındaki tek ulaşım aracı eşekler, katırlar ve atlar olduğu için, semercilik de hala yaşayan bir zanaat Mardin’de. Çöpler sokaklardan eşeklerle toplanıyor. Belediyenin kadrolu, karın tokluğuna(!) çalışan eşekleri var. Çöpçülere zimmetli bu eşekler belli bir zaman sonra belediyeden emekli bile oluyorlar. İnsanlar o kadar alışmış ki hayvanlara, adım atmaya zor yer bulunan dar sokaklarda dörtnala giden eşekler, atlar görmek şaşırtmıyor kimseyi.


O daracık, taş döşeli, birbirine “abbara” denilen karanlık tünellerle bağlanan sokaklar Mardin’in büyüsünü biraz daha artırıyor bence. Abbaralar, yani üstü bir evin herhangi bir odası olan geçitler, size dünyanın herhangi bir yerinde yaşayamayacağınız düşsel bir alan sağlıyor... Işıktan koparak birkaç metre yürürsünüz karanlığın içinde; yukarıda odalar, sofalar, hayatlar… Abbaradan çıktığınızda sokak bitmemiştir. Bir süre sonra yeniden karşınıza bir abbara dikilir. Üstünde bir evin penceresine yansıyan gün ışığı, abbaranın üzerine yanlış yapıştırılmış bir etiket gibidir. Abbaranın ağzındaki karanlıkla, pencerede size gülümseyen gün ışığı mimarinin şakasıdır. Yaz sıcağında abbaraların içinde bir korsan gibi gezinen serinlik, teninizi okşar; yokuşlu, dik basamaklı merdivenlerin yükünü hafifletmek ister gibidir.

Dünyanın kaç şehrinde bir merdivenden indiğinizde bir caminin çeşmesine ya da avlusuna, diğerinden indiğinizde bir kilisenin çay ocağına ya da bir medreseye girebilirsiniz ansızın? Mardin'deki dinsel zenginlik sağlar bunu. Süryani kiliseleri ile Artuklu camileri aynı havayı solur burada, bir yanda kilise çanını, diğer yanda ezan sesini duyabilirsiniz aynı anda. Güneşe tapan, Tavus-u Azam’a inanan Yezidiler de uzak değildir Mardin insanına… Her dinin bir arada barış içinde yaşadığı Mardin'de Müslüman mezhepleri arasında da bir dayanışma vardır. Şehrin en eski ve büyük camisi olan Ulu cami başlı başına bu dinsel dayanışmanın da merkezini oluşturur. Şafi, Hanefi, Hanbeli ve Maliki mezheplerine ait ayrı ibadet yerleri vardır camide. İnsanlığın sözle değil, özle bir araya gelişine bundan güzel örnek olur mu sizce?

Mardin civarında, adının başında “Mor” takısı olan, çok sayıda Kilise ve manastır da bulunur. Sarı sıcak topraklarda, dantel gibi işli taşların arasında benim yaşadığım yanılgıya düşüp,  genellikle şehir dışlarında görmeye alıştığınız tarzda, mor renkli bir bina ile karşılaşmayı beklemeyin boşuna. “Mor” İbranice “Aziz” demekmiş.  Mor Gabriel, Mor Yakup…Hep biz aziz adı ile anılan kiliselermiş.

Deyr-ul Zafaran, adında mor takısı olmasa da, turistlerin en çok gezdiği manastırlardan biri.   Aynı zamanda, Yukarı Mezopotamya Hristiyanları olarak da bilinen Süryani Kadim Cemaatinin dini merkezi. Bugünkü Süryaniler’in ataları olan ve güneşe tapan Aramiler, M.Ö. 2. binden başlayarak 4 bin yıl boyunca burada her güneş doğuşunda bir ayin düzenleyerek güneşe kurbanlar sunmuşlar. Manastır içindeki güneş tapınağı, mimari açıdan da oldukça etkileyici bir yer. Manastırın ilk avlusunun hemen sağ yanında alt katta bulunan Güneş Tapınağının yapılış tarihinin Mardin'in kuruluşuna kadar indiği tahmin ediliyor... Yukarıya doğru "V" şeklinde uzanan taş bloklar her depremde daha da sağlamlaşmış ve şu an hiç bir yapıştırma malzemesi bulunmamasına rağmen üstünde 5000 tonluk bütün manastırı taşıyabiliyor. İnsan, o günün koşullarında yapılmış böyle sağlam yapıları görünce, bugün yaşanan en ufak bir sarsıntıda yıkılan binaları ve onları inşa eden zihniyeti anlamakta güçlük çekiyor.

Mardin’e kadar gidip de Midyat’ı görmeden dönmek olmaz elbette. Midyat’taki evlerin taş işçiliğini görüp de beğenmemek, Süryani ustaların yaptığı telkari işlerine hayran kalmamak olası değil… Mardin gezimi bir bayram sabahı gittiğim Midyat’ta sonlandırdım. Kasabanın ortasına kurulmuş seyyar bayram salıncağında, Süryani mi, Yezidi mi, Müslüman mı olduğu anlaşılmayan, çığlık çığlığa eğlenen, güzel gözlü, güneş yanığı çocukların kahkahalarını ardımda bırakarak ayrıldım oradan…

Mardin’de ben taşların dilini öğrendim. Gökyüzünün yakınlığını ve uçsuzluğunu. Sapakları, açmazları, dorukları, yalnızlıkları. Mardin’de ben uzakların, gönlüme ne kadar yakın olduğunu öğrendim. Kendi hayallerinizin peşinden gidebileceğiniz bir yaz dilerim. Yolunuz açık, rotanız hep güzelliklere çevrili olsun. Sağlıcakla kalın…



Not: Bu yazı Arkadaş Ankara Kültür-Sanat Etkinlikleri  Dergisinin Eylül 2012'de çıkan 204. sayısında yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AŞK'a Yolculuk

Doğu'nun Kıyısında Bizi Bekleyen Köylere Doğru...(Divriği - Kemaliye Gezisi)

Körfez'in İncisi: Karamürsel